Bazı memleketler zor yollardan geliyorlar bazı yerlere. Demokrasi örneğin, öyle çok kolay kazanılan bir şey değil; emek vermek, kavga etmek, ne yazık ki acı çekmek gerekiyor değerini anlamak için. Pamuklara sarmanız gerekiyor sonra, çok özen göstermeniz, bir an için bile gözünüzü ayırmamanız gerekiyor, yoksa bir bakıyorsunuz ellerinizden uçup gitmiş, birileri alıp yok etmiş. Ve nedense tüm bu mücadeleler, kayıplar, zorlu hesaplaşmalar ya Güney Amerika gibi, Ortadoğu gibi her daim çalkantıların gölgesinde kalmış, yarı müstemleke, yarı diktatörlükle yönetilen ülkelerde yaşanıyor; batı ya da gelişmiş kapitalist coğrafyaların geride bıraktığı şeyler bunlar. Aslında her şeyin önce onların başının altından çıktığını bilsek de şimdi neredeyse sadece onlarda geçerli gibi görünen bir demokratik rejim özlemiyle yanıp tutuşuyoruz; Avrupa’da ya da ABD, Kanada gibi ülkelerde yaşamayı hayal ediyoruz, her türlü ikiyüzlülüklerine rağmen. Konu nerelere geldi diyeceksiniz belki ama bu yıl önce Altın Küre ödüllerinde taltif edilen, ardından Oscar’a aday gösterilen “Arjantin, 1985” adlı filmi izledikten sonra tam da buna benzer düşüncelere kapılıp gittim; Türkiye’nin ne kadar da Arjantin’i andırdığını fark ederek.
CUNTANIN KOMUTANLARI…
Gerçekten de 80’li yılların Arjantin’i ile 70’li ve 80’li yılların Türkiye’si (hatta aslında günümüzün Türkiye’si) ne kadar da birbirine benziyor. Şu sıralar Amazon Prime’de izleyebileceğiniz “Arjantin, 1985”i seyrettiğinizde bana hak vereceksiniz eminim; örneğin kayıp çocuklarını arayan Plaza de Mayo Anneleri (Mayıs Meydanı Anneler) ne kadar da bizim yıllardır Galatasaray Meydanı’nda eylem yapan Cumartesi Anneleri’ni andırıyor, değil mi? İktidarın onlardan rahatsız olmaları bile tıpatıp birbirinin aynı, Türkiye’de ve Arjantin’de. Ya da yıllarca demir yumrukla Arjantin’i yöneten cuntanın yargılanan komutanlarının kibri Türkiye’deki muktedirlerin kibrine tıpatıp benzemiyor mu? Soruları uzatmak mümkün elbette, benzerlikler o denli, fazla zira.
Yönetmenliğini Santiago Mitre’nin üstlendiği ve 1985 yılında Arjantin’de görülen Cunta Davası’nı (filmdeki başsavcının deyişiyle Nüremberg Davası’dan beri görülen en önemli dava) anlatan “Arjantin, 1985” ilk gösterimini 79. Venedik Film Festivali’nde yapmış ve oradan FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) Ödülü ile dönmüştü. Venedik gibi daha çok arthouse sinemanın ödüllendirildiği bir etkinlikte “Arjantin, 1985”in çok fazla öne çıkarılmaması şaşırtıcı değil elbette ama filmin politik içeriği ve klasik çizgilerle oluşturulmuş dramatik yapısının nitelikli işçiliği sayesinde Venedik sonrasında birçok ödülün üst üste gelmesi de bir o kadar normal. Film doğrudan izleyiciyle temas kuruyor ve başta oyunculuklar olmak üzere derdini anlatmak isteyen bir filmin yapması gereken her şeyi doğru yaptığı için de etkili oluyor. Bazen tüm yapmanız gereken gerçekten de bu; basit ama etkili formüller.
UFAK BİR ABARTI BİLE YOK
Haksızlık etmeyelim bu arada, yıllardır dönem filmi çekme konusunda sınıfta kalan sinemamızı düşünürsek olursak, 80’li yılların Arjantin’ini resmeden “Arjantin, 1985”in aslında ne kadar da ciddi bir başarıya imza attığını teslim etmek gerek. Sadece dönemi mükemmelen yeniden yaratmak da değil filmin başarısı, görüntü yönetimi, renk skalası gibi görsel özelliklerinin üstün niteliği bir yana, Santiago Mitre’nin gerilim yaratmadaki başarısı (mahkeme sahnelerinde öncelikle ama dahası mahkeme dışında, örneğin perde arkasındaki toplantılarda, müzakerelerde de) ve başta filmde tüm davayı yöneten Başsavcı Julio Cesar Strassera’yı canlandıran Ricardo Darin olmak üzere tüm oyuncu kadrosunun güçlü performansları da filmi unutulmaz kılan özelliklerden. Ricardo Darin demişken, Güney Amerika (ve hatta dünya) sinemasının bu deneyimli ismi filmde o denli üst düzey bir oyunculuk sergiliyor ki kamera önü oyunculuk derslerinde konu edilebilir. Bakışlarıyla, nefesiyle, hatta tek bir mimik bile kulanmadığı düşünceli anlarıyla; müthiş bir zamanlama, etkili bir tartım ve alabildiğine ekonomik bir duygu sarfiyatı ile tüm hikayeyi alıp sürüklüyor. Hiç bağırıp çağırmadan, en ufak bir abartıya gerek duymadan izleyiciyi avucunun içine almak konusunda son derece mahir olan Darin neden uluslararası arenada hak ettiği ilgiyi görmüyor (örneğin neden Hollywood’da daha çok rol almıyor) bilmiyorum ama belki de kişisel bir tercihtir diye düşünmek istiyorum.
Gelelim bence filmin asıl en önemli meziyetine… “Arjantin, 1985” ele aldığı yakıcı meseleleri neredeyse hiç duygu sömürüsüne kaçmadan anlatmayı başarıyor, ki böylesi bir istismar yoluna gitse filmin en az üçte birinde gözyaşlarınız sel olur, neye uğradığınızı şaşırırdınız. Ama Santiago Mitre sadece birkaç sahnede tanıkların anlatımlarıyla dolaylı olarak izleyiciye aktardığı işkence ve benzeri uygulamaları soğukkanlılıkla ele alarak asıl meselenin, yani demokrasi ve adalet mücadelesinin ön plana çıkmasını sağlamış. İzleyicide katharsis yaratmaktan ziyade başsavcının filmin bir yerinde söylediği (ve o dönemin sembol sloganlarından) “Bir daha asla!” anlayışının nasıl tesis edileceğine dair bir söyleme yaslamış filmini. İşte tam bu noktada da Ricardo Darin’in ekonomik oynama tercihinin ne kadar isabetli olduğunu anlaşılıyor, zira onun performansı da bu soğukkanlı ama gerilimli, heyecan ve umut yüklü anlatıya çok özel bir güç katmış. Öte yandan davanın hazırlık sürecinde yozlaşmış olmaları muhtemel yerleşik kadrolar yerine bir çoğu hala öğrenci ya da yeni mezun gençlerle işleri yürüten Başsavcı Strassera’nın bu riskli ama yerinde hamlesinin yakın gelecekte olası benzer bir süreçle karşı karşıya kalacak Türk adaleti ve yargısı için de anlamlı bir tercih olabileceğini düşünüyor insan. Bilmem katılır mısınız?
FİLMİN NOTU: 8/10