Yaşanan acılardan sonra insanın sabrını taşıran klişelerden kaçınmıyor olmak, toplumsal açıdan gelişim ve yeterlilik konusundaki grafikleri önümüze getiriyor. İnsan hiç olmazsa “ders çıkarmak” söyleminden uzak durmalı, çünkü böyle zamanlar en çok zekasıyla alay edilmesi onuruna dokunuyor insanın. Sorun ders çıkarmakla ilgili değil ki. Çünkü kurduğu sistemin sağlamasını yapanlar için de geçerli bu söylem. Herkes bu depremin ardından bir şeyleri test ettiğine inanmış olabilir. Buradan bir yere ulaşmak çok zor.
Geçmişte yaşananlardan ders çıkarıp bunu toplumun yararı için kullanan ülkeler aklımızı çeliyor. Hele edebiyatın örgütlediği toplumsal yapı ise bizi büsbütün yoldan çıkarıyor. Bizde de benzer şeyler olsun istiyoruz. Biri öyle bir şiir yazsın ki, kimse bir daha demirden çalamasın, kontrol mekanizması işini tam yapsın, belediyeler sorumluluklarını eksiksiz yerine getirsin, yıkılmayacak binalar yapılsın, yine de enkaz altında kalan olursa en donanımlı ekiplerle hızlıca müdahale edilsin, her şey çok iyi ve eksiksiz planlanmış olsun, insanın aklına haklarının gasp edilebileceği yönünde fikirler hiç gelmesin istiyoruz. Voltaire’in, 1755’te gerçekleşen Lizbon depreminden bir yıl sonra yayımlanan “Poéme sur le désastre de Lisbonne” adlı şiiri yaklaşık olarak böyle bir şiir. Bu şiir o dönem, batı Avrupa için depremin yarattığı etkinin düşünsel açıdan sorgulanması, ezberlerin ve klişelerin gözden geçirilmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla bu şiirin dönemin aydınları ve teologları üzerinde önemli bir etki yarattığı söylenebilir. Voltaire, Rousseau, Kant, Leibnitz gibi önemli figürleri karşı karşıya getiren süreç, depremin toplumsal dönüşüm ve dirençlere etkisini ortaya koyuyordu. Depremi Tanrı’nın insanı cezalandırması olarak gören teologlar karşısında düşünürler bilimsel verilerin peşinden gitmeyi tercih edince, depremlerin gerçekleşmesi ve insanların kurdukları yaşamlarla beraber yok oluşunu izlemek yerine bir önlem alınması konusunun konuşulmaya başladığını görüyoruz. Kilisenin, halkın birbirini ihbar etmesini özendirdiği, yakalananların asılması ya da yakılarak öldürülmesiyle sonuçlanan süreçlerden medet umarak düşünmeyi engellemeye çalışmasının işe yaradığını söylemek pek mümkün görünmüyor. Bunu bazı örneklerden anlayabiliyoruz. Örneğin hiçbir tutum, Alman yazar Kleist’in Şili’yi ve orada yaşananları hiç görmeden kaleme aldığı ‘Şili’de Deprem’ öyküsüyle insanlığa ait kavram ve yargıların depremle birlikte nasıl yıkılabileceğini anlatma arzusunu bastıramamıştır. Etik ve siyasal yorumların depremle birlikte yerle bir olduğu ortam, dünyada kurgulanmış düzenin neye hizmet ettiği konusunda birtakım fikirler ortaya koyacak derinliği oluşturuyor hiç kuşku yok ki. Darwin’in Şili’de canlı türlerine ilişkin araştırmalarını sürdürürken depreme yakalandığında yaşadığı korkunun, bu durumun en köklü kavramları alt üst edebilecek özellikler içerdiği düşüncesine ulaşmasını sağlaması da bu sorgulamaların bir yansıması sadece. Bu anlamda farklı dönemlerde yaşadığı Kleist ile düşünsel açıdan yolların kesiştiğini görüyoruz.
Felaketlerin dayatmasıyla ortaya çıkan dünyayı anlamlandırma çabaları yarattığı varoluşsal sorunların yanında bir itiraz mekanizmasını işletmeye başladığında, depremde her kurum için insan yaşamını güvence altına almak gibi bir işlevin parçası olma zorunluluğu tek ve değişmez ilke haline gelmiyorsa, alınan dersin olumlu şeyler çağrıştıracağını söylemek imkânsız. Bir deprem, birileri açısından kabahatli olanın kabahatini daha görünmez hale getirmesi konusunda dersler veriyorsa bununla nasıl mücadele edeceğiz? Eğer deprem başımıza geldiğinde ölümü kanıksamamız için bir araç olarak kullanılıyorsa bu travmayla nasıl başa çıkacağız? Eğer erk ve kaynaklar, tüm enerjiyi sorunların çözümü yerine itiraz mekanizmasını bastırmak için kullanıyorsa ve bunun sağlaması ancak bir depremle yapılabilecekse bunun altından nasıl kalkacağız?
Rousseau, Voltaire’in Lizbon depremiyle ilgili şiirini okuduktan sonra bu durumun yarattığı sonuçları Tanrı’ya bağlayan ifadeleri yok sayarak ve sıkıntının kaynağını insanda arama eğiliminin önünü açarak rant, düzensiz kentleşme ve yoksulluk kavramlarını tartışmaya açmıştı. Dolayısıyla biz edebiyattan, kızının enkaz altında elini bırakmayan babanın acısı üzerinde patinaj yapan zihniyetin tükettiği umut iklimine rağmen, sürecin ve yaratılan akışın ilmek ilmek işlendiği eserler ummalıyız.
Deprem konusunda öyle çok yazı yazılıyor ki! Celal Üster’in kısa süre önce paylaştığı “Ruhlarımızın depremleri” yazısı, acıların coğrafyaya göre algısını değilse bile karşılıklarını özetliyor. İrfan Yalçın’dan Zola’ya Mehmet Başaran’dan Peggy Seeger ile Ewan MacColl’a, Romalı tarihçi Dio Cassius’dan Nâzım Hikmet’in “Kara Haber”ine dek uzanan duyarlılık çizgisi, acısının izlerini ortaya koyarken, sanatın anımsamakla ilgili işlevinin yanına hayatı algılama şeklimizin de yönergelerini üretebileceğini ortaya koyuyor.
Deprem insanlara bir şeyler öğretebilir. Ama biz 1999 depreminden bir şey öğrenmiş olsaydık bugün bu süreç bu haliyle yaşanmazdı kuşkusuz. Demek ki öğrenmek yetmiyor. Diyelim ki bu depremden başımıza geldiğinde öleceğimizi öğrendik, bununla nasıl barışabiliriz ki? Öğrenmek istediğimiz bu değil ki! İktidarlardan ne istemeleri gerektiği insanlara unutturulmuş durumda. İnsanlar deprem olacağını bildiği halde, depreme dayanıksız yapıları yıkmayan, yerine dayanıklı yapılar üretmeyen, süreci bir zorunluluk haline getirmeyen, bunu denetleyip temin etmeyen, deprem olunca müdahalede bulunmayan, gerektiği zaman gerektiği şeyi halkın çıkarına göre uygulamayan yöneticilerden ne istemesi gerektiğini bilmiyor.
Konunun ne denli başında olduğumuzu fark edenler uykusuyla barışamıyor. İnsanlar, yaşadıkları şehrinde deprem olacağını biliyor. Ama yöneticisine hangi önlemleri aldığını sormayı bilmiyor. Biz edebiyattan bir kitleye tüm bunların insana nasıl unutturulduğunu ortaya koymasını beklersek çok mu şey istemiş oluruz? Bunu istemek zorundayız. Çünkü artık tek çaremiz bu.