Kahramanmaraş merkezli bölge depremi psikolojik ve sosyal açıdan bütün Türkiye’yi derinden sarstı. Toplum olarak verdiğimiz tepki, muazzam bir yardımlaşma – dayanışma refleksiydi. Bu refleks, her musibete müdahale için en hazırlıklı, en hızlı olması beklenen devlet ve hükümet mekanizmalarının henüz yeterince harekete geçmediği zamanda bile millet olarak bir an olsun tereddüt etmeden ve kayıtsız – koşulsuz şekilde birbirimizin imdadına koşacağımıza dair hepimizde çok güçlü bir güven yarattı. Bununla da kalmadık, mağdur olanların acısını içimizde hissettik, üzüldük, ağladık.
Deprem bize gösterdi ki; bizi ayrıştıran, karşı karşıya getiren, husumet yaratan, birbirimizi ötekileştirmemize yol açan ne varsa bir anda anlamsız hale gelebiliyor.
Peki bu empati, paylaşım ve özveri dolu tepkinin ayrışmaları azaltan, uzlaşı ve demokratik kültürü güçlendiren bir toplumsal “bütünleşmeye” yol açma imkânı var mıdır? Bu soruya kimimiz olumlu, kimimiz olumsuz cevap verse de eğer yanılmıyorsam çoğunuzun içinden “Keşke” diye bir ses yükseldiğini duyabiliyorum. Zira son 15 yıldır daha yoğun olmak üzere çok uzun yıllardır o kadar ayrıştırılarak, çarpıştırılarak yönetildik ki; bütünleşebilsek ülkemizi her alanda adeta “uçurabilecek” güçte bir toplumsal enerjiyi boşa harcadık. Bundan yorulmayan, bıkmayan, sıkılmayan var mıdır?
ORTAK PAYDALARI ÇOĞALTMAK MÜMKÜN
Elbette hayatın her alanında olduğu gibi toplumsal alanda da zıtlıkların, kutupların, farklılıkların olması kaçınılmazdır. Dünyaya aynı pencereden bakan homojen bir toplum adeta “ölü”dür; böyle bir toplumda ne yaratıcılık ne de gelişme mümkündür. Söz gelişi kimi dindar, kimi ateist, kimi liberal, kimi daha muhafazakâr, kimiyse kanaatkâr veya hırslı yapıda olabilir. Her toplumsal yapının doğal dokusunu oluşturan bu tür farklılıklar, toplumun gelişmesine ve ileri gidebilmesine zemin oluşturacak birtakım ortak paydalarda buluşmaya engel değildir. Bu ortak paydalardan kasıt, toplumsal barışı artırmaya hizmet eden ahlaki değerler, refahın yükselmesine katkı yapacak bilimsel ve akılcı uygulamalardır. Örneğin; depremde yaşanan kayıp ve yıkımlar karşısında toplumun gösterdiği dayanışma refleksi, bundan sonraki süreçte çarpık yapılaşmaya, çocuk istismarına, kadına yönelik şiddette, insan hakları ve özgürlükler alanındaki hak gasplarına, eğitimin bilimsel temelden uzaklaştırılmasına vs. karşı da gelişemez mi? Elbette gelişebilir ama doğrusu bu konuda fazla romantik olmamak gerektiğinin farkındayım. Zira daha önceki afet – felaket deneyimlerimiz, kast ettiğimiz anlamda bir toplumsal bütünleşme ihtimalinin olabileceği kanaati uyandırmıyor. Ancak bu durum ortak paydaları çoğaltmanın imkânsız olduğu anlamına da gelmiyor. Nitekim, yaşadıkları afetleri yüksek bir toplumsal bilinç ve bütünleşmeye dönüştürmeyi başarmış Şili, Japonya gibi ülkeler iyi birer örnek karşımızda duruyor. Keza, kendi ülkemizde yaşadığımız bunca askeri darbeden sonra toplumun son darbe girişimine karşı sergilediği duruş, yaşananlardan uzun zaman içinde ve göreceli de olsa ders çıkarılabildiğini ortaya koyuyor.
RİSKLER: YOZLAŞMA, AHLAKİ ÇÖKÜNTÜ…
Travmatik olayların birey ve toplum üzerinde ya ayrıştırıcı, parçalayıcı ya da bütünleştirici, olgunlaştırıcı olmak üzere iki zıt etkisi olabiliyor. Bunun ne yönde olacağı ise, toplumun veya bireyin daha önceki benzer deneyimleri nasıl geçirdiği, ahlaki alt yapısının durumu, olayı ne şekilde algıladığı, farkındalık düzeyi gibi bir dizi faktöre bağlıdır. İşte bu noktada yaşadığımız deprem felaketinin toplumu yozlaşma yönüne değil de bütünleşme – olgunlaşma yönüne itebilmesi için hepimize büyük görevler düşüyor. Üstelik bu görev, sandığımızdan daha zor olabilir. Zira depremin acıları henüz taptazeyken yıkımı fırsata çevirmeye çalışan; yağmalayan, kiraları astronomik rakamlara çıkaran, ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerde karaborsacılık yapan, yaşanan bu trajedi karşısında samimi bir şekilde özeleştiri yapmaktansa kulağının üstüne yatan bunca zevat ortadayken bu travmadan yozlaşarak çıkma eğiliminin hiç de yabana atılır olmadığı görülebiliyor. Üstelik, tüm bunlardan daha öte, toplumda ahlaki çöküntünün bir rutin haline dönüştüğü uzun yıllara dayanan oldukça patolojik bir toplumsal hafızayla da baş etmek gerekiyor. Bu şartlar altında süreci tersi yöne kanalize edebilmek için bir avuç kalmış aydının, sanatçıların, bilim insanlarının, sivil toplum kuruluşlarının, medyanın, bunun önemini gerçekten görebilen siyasi oluşumların, kısacası; akıl – izan ve vicdan sahibi herkesin netice almayı sağlayacak vadeye yayılan bir süre boyunca dinamik bir çaba içinde olmaları gerekiyor. Gerekirse sözünü ettiğimiz bu toplumsal bütünleşmeyi/büyümeyi hızlandıracak ve ileri seviyelere taşıyacak yeni STK’ların, sanal ya da gerçek platformların kurulması düşünülmelidir.
Yaşadığımız son büyük acının da yanımıza kâr kalmasını istemiyorsak, kayıplarımıza, çocuklarımıza ve geleceğimize karşı görevlerimizi layıkıyla yerine getirmek istiyorsak, şapkamızı önümüzü koyarak olaydan birtakım dersler çıkarmalı, açık yürekli bir şekilde kendimizle yüzleşmeli ve kültürümüzde çok anlamlı şekilde ifadesini bulan “Bir musibet bin nasihatten iyidir.” sözünü düstur kabul ederek harekete geçmeliyiz. Ancak bunu yaparsak aynaya baktığımızda yalansız şekilde tebessüm ederek güne başlama gücü bulabiliriz.