Hepimizin uzun süre konusu, duygusu olacak deprem. Yaşanılanlar. Yaşanılamayanlar. Hayatlar. Duyduklarımız. Bildiklerimiz ve gördüklerimiz bizimle beraber gelecek. Bu kesin.
PEKİ YA İSTANBUL?
Depremin yaşanılanlarını an be an izledik. Oradaki hikayeleri dinledik. Pür dikkat. Bilim insanlarının konuşmalarını ezberledik. Her gün başka bir yorum üzerine düşündük, farklı fikirlere büründük. Herkes başka bir karar aldı. Herkes başkasının aldığı kararı kendi kararı ile karşılaştırdı. Kimse emin olamadı, kesin sonuca varamadı.
Geçen hafta geçtiğim tüm sokaklarda, oturduğum mekanların masalarında, asansörde karşılaştığım insanların arasında, iletişim ağlarında hep aynı o konu vardı. Peki ya İstanbul? Evet. Peki ya İstanbul’da deprem olursa ne yapacağız? Veya olmadan ne yapacağız?
Kaygı ve korkunun birleştiği bu ortak soruda herkes kendince planlarını sıralıyordu. Şimdilik bir şey yapmayacağını söylemek de buna dahildi. Kaderin, kısmetin, her şeyin olacağına varırın çok sahiplenilmediği bir husustu bu. Bir sürü fikir her yerde dolanıyordu. En ufacık bir gelişme olsa herkes birbirine aktarıyordu. Bir bilgi yüzlerce ağ kanalıyla herkese yayılıyordu. Okudun mu diyordu biri arkadaşına. Gördün mü diyordu komşu komşusuna. Bir tanıdığın tanıdığının başına gelen bir şeyi herkes duyuyordu. Bir başka tanıdığın yaptığı başka bir gelişme her eve yayılıyordu. Bilgi hızlıydı. Kimse yeni bir şey öğrenmeden diğer güne geçemiyordu. Kafasında onlarca soru, kaydedilen onlarca düşünce ile kendi hayatını şekillendirmeye çalışıyordu birileri.
PEKİ YA İSTANBUL?
Konuşuyordu herkes. Daha iç taraflarda ev arıyoruz. Bizim ev yeni yapıldı. Yeninin garantisi yok. Sizin apartman kaç katlı. Siz en üst kattasınız, iyi. Bizim ev eski ama şu metotla yapıldı, bir şey olmaz. Sizin yanınızdaki bina eski miydi? Sizin sokakta da çok ev vardı. Biz taşınmaya karar verdik. Buradaki evimizi satacağız, şuradan alacağız. Müstakil eve geçeceğiz. Tek katlı olacak. Deprem çantası hazırladık. Dolabı duvara monte ettik. Komedinin yanına su koyduk. Telefon şarjda. Cam kenarındakileri yana taşıdık. Uygulamaları indirdik. Resmi evrakları birleştirdik. Gibi gibi bir sürü diyologtan geçtik. Ya olursa diye onlarca olasılık üzerine onlarca cümle kurduk. Her ihtimalde biraz boğulduk, biraz nefes aldık. Ama uzaklaşamadık. Peki ya İstanbul?
Neşemizi yitirdiğimiz, yaraların sarılması için önümüzde uzun bir yolun olduğu bu günlerde, zaman bizi sınıyordu. Yaptıklarımızla. Yapmadıklarımızla. Yapmayı planladıklarımızla. Sanki çabuk olmamız gereken bir dönemden geçiyor gibiydik. Sanki herkesin yarışı aynı anda başlamış gibiydi. Hedefleri belirsizdi. Erken gidince geç kalsak ne olurdu, geç gitsek erken gelsek ne olurdu dediğimiz bir zaman yolculuğuna çıkmış gibiydik. Öyle bir yolculuk ki, pencereye başımızı dayayıp, dışarıyı izleyemediğimiz.
TESPİT-İ TEFERRUAT
Mumu süs diye alanların sayısı, yakmak için alanlardan daha fazla. Tıpkı sehpaların üzerindeki kullanılmayan kül tablaları gibi. Karşılıklı simetri oluşturacak şekilde koyarsın onları, yıllarca orada kalırlar. Kendi kullanım alanlarından muaf.
pinarsur.ps@gmail.com