Aslıhan Tüylüoğlu
Şiirin muhalif olduğunun her fırsatta şair tarafından dile gelişi onun bir itirazdan çıkmasının sonucudur. Ama bu şiirin yalnızca mutsuzluktan, acıdan, çatışmalardan, uyuşmazlıktan doğduğu yanılgısına varabilir. Evet, bunların hepsi, duyarlı bir yüreğe, incelikli fikirlere ve entelektüel birikime sahip bir şair tarafından azami bir şekilde hissedilecektir yine de bu bir şairin mutluluktan yola çıkarak şiir yazamayacağı anlamına gelmez.
Mutluluk duygusu, belki daha anlık, kısa, daha az karşılaşılan ve belki de anlatmak yerine şairin yaşamayı seçmesinden kaynaklı olarak şiirde daha az işlenen bir temadır. Ama topyekûn böyle değildir. Az da olsa şairlerin mutluluğu yazdığı, hissettiği olumlu duyguları ve coşkuyu yansıttığı bazı şiirler de görülmektedir. Mutluluklar acılar kadar uzun sürmez. Hatta onu acının yokluğu olarak bile tarif edebiliriz. Kısadır, geçicidir, anlıktır. Bu anı yakalamak ve henüz içindeyken yazmak acıyı yazmaktan daha zordur. Çünkü üzerinde uzun uzun düşünülecek, içselleştirilecek vakit yoktur. Zaten düşünmeye başladığınızda onu gölgeleyecek bir dolu şey çıkıverir karşınıza. Mutluluk şiirlerinin bu gölgeler nedeniyle şiirden fazla pay almadığını saptamak mümkün. Yine de o kısa anları anlatan şiirler var. Küçük bir coşku anı, küçük bir iyimserlik… Nadir bir şeyin, şiiri de nadir işte…
Örneğin mutlulukla ilişkili olarak başlangıçtaki bir aşk da böyledir. Henüz gölge inmemiş, toplumsal olarak yıpratılmamıştır. Aklıma ilk, aşk şiirleri geliyor. Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı”, Cemal Süreya’nın “Üvercinka” ve “Aşk” isimli şiirleri, mutluluk, coşku ve heyecanın şiirlerindendir. Aşkı yedeğine alan insanın, henüz araya başka şeyler girmeden hissettiği o mutlu, güçlü ve yapıcı duygu. Kuşkusuz aşk da uzun mutlulukların durağı değildir. En çok yazılan yanı ayrılık ve acıdır onun da.
Aşk dışında o kısa mutluluk anını kaleme almış bir şairden söz etmek istiyorum burada. Nâzım Hikmet onlarca yıl kaldığı hapiste, özlemin eline düşünce bile diri tuttuğu umut ve direnci anıtlaştırır dizelerinde. Onun “Bugün Pazar” şiiri yoksunluklar, yokluklar, esaret ve sıkıntı içinde bile onu ayakta tutan psikolojik durumu ortaya koyar.
Bir insan düşünün günlerce karanlıkta kalmış, tecrit edilmiş. Onu aylar sonra bir Pazar günü avluya çıkartıyorlar. Güneşin yüzüne değişini, gözlerini kamaştırışını, büyük bir coşku ve mutlulukla selamlıyor. Öyle ki o kısacık an bütün dertlerinden, sıkıntılarından sıyrılıp o anın mutluluğuna kendini bırakıyor. Bu ânı sadece yaşamıyor, yazıyor da. Onu bizim anlamamız mümkün mü? Her gün güneşin doğması, yüzümüze vurması sıradan bir şeyken güneşten hiç mahrum olmamış bir insanın bu derece kuvvetli duyabileceği bir mutluluk mu bu? Burada biraz durursak mutlu olmak için ne çok şeyi atladığımızı sarsılarak anlayabiliriz. Aslında bizler kendi hayatımızın birer mahkûmuyuz. Yoksunluklarımız var ama kendimizi özgür sanıyoruz. Oysaki görünmeyen prangalarımız var. Bir mahkûm fiziksel olarak da esirdir. Bizim ise fiziksel olarak özgür oluşumuza rağmen, içimizde, beynimizde engeller ve hapishaneler kuruludur.
Hayatta, karamsarlığı bir ilke olarak yaşamıyorsanız, bir anlığına duyulabilecek kaçırmayacağınız mutluluklar vardır. Elbette, yangınlardan, felaketlerden, acılardan geçilen bu çağda mutlu olmak zordur ama çağa direnmek, onunla cebelleşmek için bu kısa anları yaşamak, yaşamaya izin vermek gerekir. Burada, Pollyanna iyimserliğinden veya bencilce kendini düşünmekten, başkalarının hayatındaki mutsuzluklara bakıp kendine mutluluk payı çıkartmaktan söz etmiyoruz. Acıların, kıyımların, faşizmin, eşitsizliğin, savaş ve cinayetlerin içinde diri kalmak, yaşama sıkıca tutunmak için önümüzde duran mutlulukları es geçmeden onlardan umut ve direnç çıkartmak esas.
Nâzım Hikmet’in yaptığı da budur. Yoksa izlendiği, kaçtığı, hapiste yattığı, sürgünde geçirdiği yıllara psikolojik sağlığını koruyarak meydan okuyamazdı. Bu öncelikle bir kişilik yapısı ama daha çok inandığı ideolojinin ona yüklediği bilinçli bir direnişti. Büyük şair, büyük yazar, felç anında bile uzuvlarını kıpırdatır, buna uğraşır. Bu kıpırdanış, şiiri ve yazsıdır. Her şeyi elinden alabilirsiniz ama kalemini bırakmaz. Başına ne gelirse gelsin büyük bir inançla ve inatla yaşar. Bu da onu olduğu kişi yapar.
Nâzım Hikmet, şiirlerini büyük kalabalıklar için yazdı. Onların, koşullarını, her hallerini, her sorun ve çıkmazlarını anlamaya ve anlatmaya, şiirde somutlaştırmaya uğraştı. Bir insan karşısındakini anlamaya kendinden başlar. En bireysel şiirlerinde bile bu kendisini anlama çabası onu kendisi gibi olanlarla buluşturur. Kendi gibi olanların da sözcüsü olur. Böylece her şiir bir bildiri gibi, suç sayılsa da çoğaltılıp dağıtılmaya yazgılı olacaktır. Çünkü şiir ihtiyacı olanlara yazılmıştır.
Hapiste olsanız, tecritte olsanız, minik pencerenizde bile çift korkuluk olsa; avluya çıkartıldığınız o an dert edindiğiniz, hürriyetiniz, karınıza duyduğunuz özlem, yoksunluklarınız bir anlığına aklınızdan çıkar ve gökyüzüne şaşırarak bakıp güneşe çıkartılmanın o derin mutluluğunu duyarsınız. Bu an diğer bütün tutsaklık zamanlarına katlanmanız için direnç oluşturacaktır. Nâzım Hikmet hayatı bütün yönleriyle kavrayan bir şair olarak bu kısa anı es geçmeyecektir. Onu şiire döküp kendisi gibi tutsak olanların veya gökyüzüne bakma şansları olup da bunu yapmayanların, beynindeki hapishanede yaşayanların ayırdına varmasına neden olacak bu minik ama ölümsüz şiiri, bu “bahtiyar” olma anını yazacaktır:
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldanmadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…