Deprem bölgesinde yaşayan insanlarımızın, yoksunluk içinde sürdürdüğü çetin yaşam mücadelesinin her konuda acil çözüm üretmeyi zorunlu kıldığını biliyoruz. Fakat, bu aciliyet bile bölgenin ayağa kaldırılması için üretilecek çözümlerin “çalakalem” olmasına yol açmamalıdır. Zira bundan sonraki süreçte, ister deprem, ister sel, isterse de başka bir afet yaşansın, hiçbirinin ardından “Yine aynı şeyler!” dememek zorundayız.
Deprem yaralarının bir an önce sarılması ve bölgenin ayağa kaldırılması adına atılan her adım, kimden gelirse gelsin, hiç kuşkusuz her türlü takdire değerdir. Ancak, insanların bunca kaybı ve onulması zor yas süreçleri ortadayken, depremden önce yaşadıkları kentlerin, mahallelerin, mekanların, sonsuza dek yitip bambaşka ortamlara dönüşmesine izin vermemeliyiz. İnşa edilecek yeni yerleşim yerlerinin, peyzaj düzenlemeleri ne kadar iyi yapılırsa yapılsın, insanların zihninde yer etmiş, yok olan şehre ait anıların, duyguların yerini tutamaz. Bu nedenle ne yapıp edip, yıkılan kentlere sosyo-kültürel, mimari ve psikolojik atmosfer anlamında eski ruhu geri kazandıracak adımlar atılmalıdır. Bunun yolu ise, mimariden peyzaja, sanayiden ticarete, tarımdan ekolojik sistemlere, turizmden kültür-sanat alanlarına kadar, her konuda o şehirlerde yaşayan insanlarla birlikte hareket etmekten geçiyor. Zira, hiç kimse yaşadıkları kentlerin ruhunu, onlardan daha iyi bilemez, hissedemez.
Bunun adı toplum temelli, katılımcı kalkınma yaklaşımıdır. Bu yaklaşımla ortaya çıkan sonuçların devletin, şirketlerin ya da uzmanların toplum adına tek taraflı karar alıp uygulamasından çok daha etkili ve sürdürülebilir olduğunu pratikteki uygulamalardan biliyoruz.
Bazıları felâket bölgesindeki halkın katılımına dayalı çalışma yürütmenin zaman alıcı olabileceğini öne sürebilir. Bunun böyle olması gerekmiyor, ama zaman alıcı olsa bile, alelacele iş yapmaktan çok daha sağlıklıdır. Zira bir bölgedeki belediyeler, STK’lar, meslek kuruluşları ve kanaat önderleri gibi yerel unsurların katılımına önem ve öncelik veren sürdürülebilir kalkınma modelleri 1970’li yıllardan beri gerek dünyada gerekse Türkiye’de gündeme gelmiştir. 1972’de toplanan Stockholm Konferansı, 1983’de kurulan Birleşmiş Milletler Dünya, Çevre ve Kalkınma Komisyonu, 1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen BM İnsan Yerleşimleri Konferansı (Habitat 2) gibi oluşumlar, toplum temelli sürdürülebilir kalkınma modelleri için birer örnek sayılabilir. Keza Türkiye’de de 1978 yılında kurulan Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı, 1997 yılında kurulan Yerel Gündem 21 ve Kent Konseyleri, 2003 yılında pek çok STK’nın iş birliğiyle kurulan Sürdürülebilir Gelişme İçin Çevre Platformu gibi oluşumlar katılıma dayalı çalışmalara arasında sayılabilir. Bu örneklerden anlaşılacağı gibi katılımcılık, en azından son 40 yıldır devletler ve hükümetler tarafından da önem verilen, başarılı ve sürdürülebilir sonuçlar ortaya koyan etkili bir yaklaşımdır.
BU BİZE NE SAĞLAR?
Bir bölgeyi halkın katılımına dayalı olarak kalkındırmaya çalışmanın, saymakla bitmez yararı bulunuyor.
Bu yaklaşım;
Öncelikle devlet imkânlarının tek başına yetmediği durumlarda, halkın kendi kaynaklarını harekete geçirerek, kendi çözümlerini üretmesine yardımcı olur.
Katılımcılık toplumun dayanışma potansiyelini harekete geçirir ve bu durum farklı sosyal gruplar arasındaki kaynaşmayı sağlayarak, güven bağlarını güçlendirir.
Toplum – devlet iş birliği, karşılıklı güven duygusunu güçlendirerek, insanların devlete ve geleceğe daha güvenle bakabilmelerini sağlar.
Halkın kendi sorunlarının çözümünde inisiyatif kullanması, üretilen çözümlerin sahiplenilmesini ve sürdürülebilir olmasını sağlar.
Katılım, demokratik kültürü geliştirerek, girişkenliğin ve liderlik potansiyellerinin ortaya çıkmasını sağlayarak, toplumda güçlü bir dinamizm yaratır.
Halk katılımı, çözüm üretmeye çalışan kuruluşlara yol gösterir. Böylece, ihtiyaca karşılık gelmeyen gereksiz yatırım ve uygulamaların önlenmesine katkıda bulunur.
Toplumsal katılıma dayalı yaklaşım, zaman, para, emek gibi kaynakların israfını en aza indirerek, milli ve doğal varlıkların optimum seviyede korunmasına yardımcı olur.
Katılımın olduğu yerde şeffaflık ve hesap verilebilirlik vardır. Bu da kurumların kendilerine çeki düzen vermelerine ve daha verimli bir işleyişe kavuşmalarına katkı sağlar.
Hatay’da 17 Mart’ta, ölenlerin 40. günü için geleneksel ‘hırisi’ yemeği pişirildi ve dağıtıldı.
HATAY ÖRNEĞİ…
Felaket bölgesinde en fazla kaybın ve yıkımın yaşandığı Hatay ile ilgili çalışmalar yapan Samandağ, Antakya ve İskenderun İlçeleri Kültür Yardımlaşma, Dayanışma ve Çevre Gönüllüleri Derneği (ASİ-DER) yönetim kurulu başkanı Tevfik Usluoğlu, Hatay Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Fahir Semir Abacı ve Antakya Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanı Selahattin Eskiocak’a, deprem yaralarının sarılmasında STK’lar, belediyeler ve kanaat önderleri gibi yerel unsurlarla istişare yapılıp yapılmadığı konusundaki gözlem ve düşüncelerini sordum. Her biri, Hatay’ın yeniden ayağa kaldırılması ile ilgili çalışma yapacak olan kamu ve özel kuruluşların, bu tür istişareler yapması gerektiğine kuvvetle inandıklarını, ancak bu konuda yeterli girişim yapıldığına dair gözlemlere sahip olmadıklarını ifade ettiler. Eskiocak, kendisinin de halk katılımının sağlanmasına büyük önem verdiğini, zira, bölge dışından bakan hiçbir kurum ve otoritenin oranın sorunlarını ve bu sorunlarla ilgili çözümleri, bölgedeki insanlardan daha iyi bilemeyeceğini ifade etti. Usluoğlu ise, Hatay’ın “özel” bir bölge olduğunu, bu nedenle de kent dokusunun, kimliğinin ve çok kültürlü yapısının dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiğinin altını çizdi. Ayrıca, deprem öncesinde, depreme yönelik hazırlık olmadığı gibi deprem süreci ve sonrasına dönük de yetersiz, koordinasyonsuz ve “ben yaparım” anlayışının hâkim olduğunu ifade etti. STK’lar ve yerel yönetimleri de kapsayan istişare toplantıları yapılmasına ve koordinasyon ekiplerinin oluşturulmasına gerek olduğunu dile getirdi.
Bilimin ve aklın ışığında bakıldığında, yaşadığımız muazzam felaketin sonuçlarıyla baş etmenin ve bölgeyi ayağa kaldırmanın, devlet başta olmak üzere bütün toplumun ortak sorumluluğu olduğu açıktır. Bu süreçte hiç kimsenin, Türkiye’nin bugününü ve yarınını ilgilendiren böylesi hayati bir meselede, şahsi çıkarlarını veyahut tekil bakış açısını her şeyin önüne geçirmeye hakkı yoktur. Her birimiz, bu büyük meseleye nasıl bir katkı yapabileceksek, en samimi duygularla “amasız” ve çıkarsız bir şekilde elimizi taşın altına koymalıyız.