HİLAL KÖSE
Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı, Maltepe Üniversitesi İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, 50 yılı aşkın bir süredir Türkiye toplumuna ışık tutuyor. Hem felsefenin yaygınlaşması hem de insan haklarının yerleşmesi için gece gündüz çalışıyor, öğrenci yetiştiriyor. Biz de kendisiyle hem laiklik gibi güncel konuları, hem de hayata dair merak ettiğimiz pek çok meseleyi masaya yatırdık.
*Laiklik tartışmalarından başlamak istiyorum. Türkiye ne kadar laik bir ülke sizce? Anayasa’ya göre laik ama yaşantımıza baktığınızda eksikler görüyor musunuz?
Laikliğe birkaç yüzyıl önce getirildiği amaçla ve insan haklarıyla birlikte baktığımızda, laiklik kavramının biraz “genişletilebilmesi”nin uygun olacağını görüyoruz. Laiklik, teknik terimiyle “negatif” bir kavramdır, yani bir belirlememeyi talep ediyor: dinsel anlayışların/normların kamu işlerinin düzenlenmesini ve işletilmesini belirlememesini. Bu anlama biçimi bugün bana yeterli görünmüyor. Çünkü kamu işlerini dinsel anlayışlar/normlar belirlemez de, örneğin çıkarlar belirleyebilir. Bugünkü dünyada laiklik, açık kavranılmış insan haklarının kamu işlerini belirlemesini mümkün kıldığı için önemlidir. Bundan dolayı da, laikliğin dünyamızın bugünkü koşullarında amacını gerçekleştirebilmesi için, “pozitif” kavramını şöyle anlamamız uygun görünüyor: Laiklik, kamu işlerini insan haklarının belirleyebilmesi için, bu işleri dinsel-kültürel normların belirlememesi talebidir.
* Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yılında, laikliğin önemi nedir? Bugün bizler için laikliğin olmadığı bir ülkede yaşamak mümkün olur mu? Hayatımız nasıl değişir? Her ne kadar sorunları olsa da laik bir Cumhuriyet’te yaşıyoruz…
Laiklik ve bu tür diğer ilkeler −örneğin kurumsal özerklik− kamu işlerinin insan haklarına göre düzenlenmesi için şart olduğundan önemlidir −tek başına değil. Çünkü görüyoruz ki, dinsel normların belirleyici olmadığı birçok durumda çeşit çeşit çıkarlar belirleyici oluyor. Laikliğin olmadığı devletlerde de insanlar yaşıyor. Doğduğumuz yeri biz seçmiyoruz, annemizi-babamızı seçmediğimiz gibi. Bunun en büyük ceremesini kadınlar çekiyor. Ancak bu noktada Hannah Arendt’in bir söylediğini hatırlatmak istiyorum. Aşağı yukarı şöyle diyor Arendt: “Totaliter sistemler, eylemin herhangi bir hipoteze dayandırılabileceğini ve tutarlı bir şekilde yönlendirilen eylem süresince o belirli hipotezin doğru çıkacağını, olgusal gerçeklik olacağını kanıtlar gibidir. Tutarlı eylemin temelinde bulunan kabul istediği kadar delice olsun, sonunda hep olgular oluşturacaktır: ki bu olgular o zaman objektif olarak doğrudur”. Bunu yalnızca totaliter rejimlerde değil, “demokratik” sayılan rejimlerde de görüyoruz. Her ne kadar böyle bir çizgiyi –zikzaksız çizgiyi− izlemek, parmak ya da oy sayısına indirgenmiş günümüzün sözüm ona demokrasilerinde çok güç olsa da, mümkündür, ama etik konularda usta yöneticiler gerektiriyor.
Böylece denilebilir ki, insan haklarıyla bağlantılı olarak düşünülmeyen laiklik konusunda dikkatli olmak gerekir.
*Laiklik bütün toplumu yakından ilgilendirse de kadınlar için çok daha hayati bir önem taşıyor denilebilir mi? Kadınlar özelinde bir değerlendirme yapar mısınız?
Kadınların “ikinci sınıf vatandaş” sayıldığı ülkelerde, yani “bütün insanların onur ve haklar bakımından eşit” sayılmadığı yerlerde, biraz önce anlatmaya çalıştığım, genişletilmiş anlamda laiklik çok önemlidir, tabiî. Çünkü temel haklarda eşitliğin sağlanmasının önkoşuldur.
*Kadınlar demişken, iktidar İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi, 6284 sayılı şiddet yasası hedefte. AKP’li kadın siyasetçiler bile bu yasayı savununca tepki çekiyor. Geçenlerde Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, çarşaflı kadınlara bile çıkışıyordu, ‘parfüm sıkmayın’ diye. Bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz?
Aslında bu konu, kadınlardan çok, erkeklerle ilgili olsa gerek. Etik bilgi eksikliğini gösteriyor. Böyle düşünen, farkında olmadan erkekleri “hayvan” yerine koymuş oluyor. Hayvan davranışçısı olan Üxküll’ün bu konuda söylediği bir şey var. Bunu yalın bir dille şöyle anlatmak mümkün: Hayvanlara en fazla dört şey “verilmiş”tir: yaşadığı ortam (hava, su gibi), yiyeceği, düşmanı ve çiftleşeceği hayvan. Bir hayvan teki açsa ve karşısına kendi yiyeceği olan bir canlı çıkarsa, onu muhakkak yer. Ama insanlar açlık grevi yapabiliyor. Ben zoolojiyle uğraşmıyorum. Ama Üxküll’ün bu söylediği, yapmış olduğum bazı rastlantısal gözlemleri hesaba kattığımda, aklıma yatıyor. Bana kalırsa, hem kadınlar hem de erkekler bu konularda uygun eğitim görmeli –kültürel değer yargılarına dayanan bir sözüm ona eğitim değil, bilgiye dayanan bir eğitim.
* ‘Yüzyıllar bir ülkenin, bir devletin hayatında önemli dönüm noktalarıdır’ demiştiniz. Sizce ülkemizin muhasebesini nasıl yapmalıyız? Türkiye, nereden nereye geldi? Gelecek adına umutlu musunuz?
Cumhuriyetin 100. yılında geleceği belirleyecek politikaların açık kavranılmış insan haklarına dayandırılması için, bu 100 yılın, yaşamın çeşitli alanlarında envanterini çıkarmak ve bunun bilgisel bir değerlendirmesini yapmak gerekir. Özellikle kişilerin insanlaşmasıyla ilgili alanlarda –örneğin eğitimde− etik ve insan hakları bilgisine dayanarak yapılması gerekenleri ve bunlardan şu anda yapılabilecek olanları ortaya koymak ve peşine düşmek gerekir.
Ben inatla umutluyum. Türkiye bir zıtlıklar ülkesidir. Birçok alanda dünya düzeyinde önemli çalışmalar yapılıyor, ama diğer yandan, medyadaki haberlere bakılırsa, kişilerin insanlaşmasını engelleyen akımlar artıyor. Eğitimde neyi eksik veya yanlış yapıyoruz? Önce ona parmak basmak gerekir. Baktığını görebilmeyi öğrenmek, bilmeye cesaret etmek (sapere aude), eğitimde çocuklarımıza ilk öğretmemiz gerekenlerdendir. 1990’larda Türkiye Felsefe Kurumu olarak “çocuklar için felsefe” çalışmalarına başlamıştık. Sorulara sorularla cevap vererek, cevabı eğitilene buldurma metodunu, yani Sokratik metodu kullanmakta uzmanlaşmış öğreticilerle yürütüldüğü takdirde amacına çeşitli derecelerde götürebilecek olan böyle çalışmalar şimdi moda oldu. Ve düşünce alanında moda olan şeylerde genellikle olduğu gibi, sık sık cıcığının çıkarıldığını görüyoruz. Üniversitedeki bir etik dersinin sınavında “%98 intihal” olan kâğıtlar olabiliyorsa, daha önceki eğitimde neyi eksik ya da yanlış yaptığımız üzerine kafa yormak ve onları değiştirmek gerekiyor.
*Uzun yıllardır öğrenci yetiştiriyorsunuz. Gençlerle aranız nasıl? Siz onlardan ne bekliyorsunuz hocaları olarak? Onlar hayattan ne bekliyor? (Seçim anketlerinde de özel bir başlık açılmış durumda ilk kez oy kullanacak gençler için.)
Gençlerle, yani genç öğrencilerimle aram %99,99 iyi! Ne var ki, son yıllarda, özellikle lisansüstü programlarda, genç olmayan, hatta 70 yaş üstü öğrenci olabiliyor. Genç ile yaşlı öğrenciler arasında beklentilerde fark var, doğal olduğu gibi.
İnsanla ilgili konularda genellemeler yapmak çok tehlikelidir. Bunun için ben felsefe ve insan hakları okumaya gelen gençler için –hatta çok genç olmayanlar için− bir şeyler söylemekle yetineyim. Bu gençlerden ve pek genç olmayanlardan en çok duyduğum şey, “ben değiştim” sözüdür. Öyle duyuyorlar ve bunu duymaktan memnundurlar. Deprem bölgelerinin birinden olan ve evleri orta derecede hasar görmüş bir öğretmen öğrencim, iyilik olsun diye muhtarın ona evinde az hasar olduğuna ilişkin belge vermeyi önerdiğini, o itiraz edince de muhtarın nasıl şaşırdığını, ailesinin de nasıl kızdığını anlattı ve bana şu soruyu sordu: acaba bu programa gelmeseydim, ben de onlar gibi düşünür müydüm? Buna benim cevap vermem mümkün değildir: onlar gibi düşünebilirdi, ama kendisi de bu noktaya varabilirdi, ancak bu çok daha zor. Olan bitenlere etik değer bilgisiyle bakan ve “baktığını görebilen” bir insan, kendisi de bunu görebilir. Ama baktığını görebilmek de eğitim işidir. Doğru-dürüst bir eğitimin kişilere sağlayacağı en önemli şeylerden biri, olan bitene etik değer bilgisiyle bakabilme, başka biri de baktığını görebilme ve en başta ana amaçlarının değerini görebilme ve sorgulamadır.
*Sizce değerler açısından eskiyle yeniyi kıyaslamak bize ne katar? Hayatımızın internetle tamamen değiştiği doğru ama insan özünde ne kadar değişti? Daha kötü mü oldu, daha bencil mi oldu?
Karşılaştırılabilecek olan, aslında değerler değil, değer yargılarıdır –iyi-kötü sayılanlar. Ne var ki, benim görebildiğim kadarıyla, değer yargılarının değişmesinin ötesinde olan bir değişme var: bu da postmodernizmin “ne olsa olur/anything goes” mottosunun yaygınlaşmasıdır. Bu ise, herşeyi anlam ve değerden yoksun görmekten −nihilizmden− neredeyse beter bir noktaya götürüyor: herşeyi eşdeğer görmeye ve bunu özgürlüğe bağlamaya. Oysa yapıp ettiklerimiz, kararlarımız arasında yalnızca olgusal bir fark yok, etik değer bakımından da fark oluyor.
Eşdeğer değildir bir durumda farklı yapılanlar. Bundan dolayı, çeşitli alanlarda doğru değerlendirmenin, yani değerlendirilenin değerinin bilgisine götürebilecek değerlendirmenin nasıl yapılabileceği konusuna eğitim programlarında muhakkak yer vermek gerekir. Kaldı ki, bunu bildiğimiz zaman bile, belirli bir durumda –yeterli veri eksikliğinden− doğru değerlendirme yapamıyoruz. Ama o zaman da bunun farkında olan kişi, yargılarında daha dikkatli olabiliyor. Tür olarak insan yapıca değişmez, ama bu yapıdaki tek tek insanlar arasında büyük farklar olabiliyor. Yapılabilecek olan, her insana ondaki insansal olanakları –ne kadarsa− geliştirebilmesine fırsat sağlamaktır. Ve bunu, yalnızca bilgisel olanaklar için değil, etik olanaklar için de yapmak –olabiliyorsa ailede, ama muhakkak okulda-üniversitede, medyada yapmak− gerekir. Böylece, hep söylediğim gibi, dünyamız cennet olmayacak, ama nüfusu gitgide artan dünyamızda daha fazla sayıda insan, insan olmaya yakışır bir hayat sürebilecek.
*Değerler eğitimini çok önemsediğinizi biliyorum. Nasıl bir toplumda yaşadığımızın, yaşayacağımızın anahtarının buradan geçtiğini söylüyorsunuz. Bir kez daha sorsam nereden başlamalıyız bunun için? Nasıl bir içerik, nasıl bir süreç ister bu eğitim?
Etik değer(ler) eğitimini ve yalnızca hukuktan ibaret olmayan, insan haklarını hukuk ilkeleri olmaktan önce etik ilkeler olarak gören insan hakları eğitimini çok önemsediğim doğrudur. Çünkü bu konuda bilgi olmadan ve en önemlisi insan haklarının gereklerini bulup yerine getirmek konusunda samimî bir isteme olmadan, diğer bütün insan “başarıları” yalnızca insanların yararına değil, tam tersine de, bazı kimselerin çıkarlarını korumak için insanlara zarar veren biçimlerde de kullanılabiliyor. İlk yapılması gereken, bu eğitimi yapacak öğretmenlerin doğru-dürüst yetiştirilmesi, yani dersi amacı gerçekleşebilecek şekilde verebilecek duruma gelmelerinin sağlanmasıdır.
Programın içeriği konusunda, ilkece, Maltepe Üniversitesinde yürüttüğümüz insan hakları programı bir fikir verebilir. Ama bunu, sorulara sorularla cevap vererek, öğrencilerin düzeyine göre onlara ulaşacak dille yapmak gerekiyor. Özellikle küçük yaşlardaki çocuklara bu, uygun dille yapılmalı. Her ilimizdeki felsefe öğretmenlerini seçip eğitecek bir “başöğretmen” yetiştirmekten başlayıp devam etmek mümkündür. Bu eğitimde öğretmen çok, ama çok çok önemlidir. Ve bu öğretmenleri yetiştirirken hiç “yumuşak” olmamak, bu işi beceremeyecek olanlara, bu dersi verdirtmemek gerekir.
Bu eğitimi yapacak öğretmenler, Sokratik metodla öğrenciye kullandığı terimlerin kavramlarını buldurmaya çalışmalı, öğrencilerin doğru değerlendirmeleri ezbere değerlendirmelerden ayırt edebilmeyi öğrenmelerine yardımcı olmalı, bundan sonra da değerlendirilenin değerinin bilgisine nasıl ulaşılabileceğini göstermeli. Aynı şeyleri farklı eğitim düzeylerinde tekrar etmek, yalın örneklerden daha karmaşık örnekler kullanarak alıştırmalar yaptırmak uygun olur.
*Size yazmadan önce YouTube söyleşilerinizi izledim. Çok çarpıcı tespitleriniz var. Bir tanesi selfie çekmekle ilgili, biri de savaş ve savaş sanayisinde çalışan bilim insanlarıyla ilgili. Selfie çekmekle narsizim arasında bağlantı kuruyorsunuz. Ben yetişkinlerden ziyade çocuklarla ilgili sormak istiyorum. Narsizimden çocukları korumanın yolu var mı?
Tabiî ki yolları var, çoğu zaman işe yarayabilecek yolları var. En önemlilerinden biri, ana-baba ya da öğretmen olarak örnek olmak. Eğer çocukların “düzgün” bir insan olarak yetişmesini istiyorsak, onlara kendileri hakkında değil, yaptıkları işte iddialı olmanın –yani onu amacını gerçekleştirebilecek şekilde yapmanın− önemli olduğunu öğretmemiz uygun olur.
Bugün çocuk eğitiminde gördüğüm başka bir sorun da, ana-babaların çocuklarını bir konuda teşvik etmek için, onları “şartlandırma”larıdır: “sınıfını geçersen, o bisikleti sana alacağım” gibi. Oysa derslerine çalışmak bir çocuğun gelişmesi için önemlidir, çok istediği bu “şeyi” ödül olarak almak için değil.
Savaş sanayinin geliştirilmesi ise, ne yazık ki çok karmaşık bir sorundur. 20. yüzyılın ikinci yarısında silahsızlanma (disarmament) konusu, uluslararası topluluğun ana konularından biriydi. 80’li yıllarda yaptığım bir konuşmada şöyle demiştim aşağı yukarı: Silahlanma yarışının girdiği kısır çemberi kırmak için, en başta bu yarışı sürdüren ülkelerin bilim insanlarının silah geliştirmede çalışmayı birlikte reddetmeleri, birikmiş olanları yok etme yolları bulabilmek için de birlikte çalışmaları gerekiyor. Bu söylediklerim çok “uçuk” görülebilir. Ama bir devlet, silah endüstrisini geliştiriyorsa, diğer devletlerin de bunu geliştirmeleri kaçınılmaz olur. Bu ise çıkmaz bir yoldur.
*Ya savaşlar? Yaptığı bombanın patladığını gören bir bilim insanı, normal hayatına nasıl devam edebiliyor? Ben yapmazsam başkası yapacak zaten diye mi rahatlatıyor kendini? Savaşın kaçınılmaz olduğuna inanıyor çoğu insan sanırım…
Savaş kaçınılmaz değil, ama savaşların kopmaması için kafaların değişmesi gerekiyor. Her şey kafamızda başlıyor. Hiroşima ve Nagasaki’yi, Vietnam’ı bombalamış olan pilotların dengesinin bozulduğunu okuyoruz. Bilim insanlarının da etik ve insan hakları eğitimi görmeleri şart.
*Mülteci meselesiyle birlikte, insan hakları konusu da yeniden yakıcı bir hal aldı. Toplum yapısının bozulacağı, daha gerici muhafazakar bir yapının yerleşeceği endişesiyle pek çok insan, ‘Suriyeliler evine dönsün’ diyor. İnsan haklarının farkında olan ve buna saygılı insanlar bile ‘değişti.’ Sorun yanı başımıza gelince mi değiştik? Nasıl ele almalıyız bu konuyu? Dürüstlük zaafımız mı var?
Mülteci/sığınmacı konusu çok yanlı bir konudur. Kişiler olarak da devletler olarak da, hayatı tehlikede olduğu için bize sığınan bir insana kucak açmak, insan hakları gereğidir. Yalnız gözden kaçırmamak gerekir ki, sığınma isteyen kimi insan, hayatı tehlikede olduğu için değil, başka nedenlerden dolayı sığınma hakkı isteyebiliyor, bu mazereti kullanıyor. Yıllar önce “Umuda Yolculuk” filmine konu olan, İsviçre’ye sığınmak isteyen çok farklı görüşlü insanların yolda nasıl donarak öldüğünü gördük. Şimdilerde yine “umuda yolculuk”larda binlerce insanın nasıl yok olduğuna tanıklık ediyoruz. Bir “dünya sorunu” olarak bu konuya uluslararası düzeyde eğilinmesi ve kökleriyle birlikte ele alınması gerekiyor. Bizim hukukumuzda da bu konuda sorunlar var: Yanılmıyorsam, doğudaki sınırlarımızdan giren ve sığınma hakkı isteyenleri geri gönderebiliyoruz, batıdaki sınırlarımızdan girenleri ise göndermemiz mümkün değil. Sığınmacı hukuku devletten devlete değişmemeli, çünkü bir insan hakları sorunudur.
*Sizin özelinizde merak ettiklerim de var. Meslek hayatınızda bulunduğun noktaya gelmek için çok çalıştığınız bir gerçek. Nasıl bir temposu var/vardı çalışma yaşamınız? Gününüzü nasıl planlıyorsunuz? İş dışındaki vaktiniz nasıl geçiyor?
Birkaç işi aynı zamanda yapıyorsanız, zamanınızı çok dikkatli kullanmak zorundasınız, ama bu dikkati doğal bir yaşama biçimi haline getirerek. Son on yıla kadar ortalama beş saat uyku uyumaya alışmıştım. Son yıllarda ise daha çok uyumaya başladım. Bu, kendiliğinden oldu, ben de buna “itiraz” etmedim! “Tatil yapmak” denene hiç ihtiyaç duymadım. Yapılan tatil reklamlarını da beyin yıkama olarak görüyorum. Bir insan dinlenmek ihtiyacını duyunca dinlenir, pek tabiî. Ayrıca her insanı dinlendiren farklı şeyler olabiliyor. Tatil yapma bugün öyle bir hal aldı ki, “tatil yapmamak yasaktır” diyen bir yasa varmış gibi.
Çağımızın baş beyin yıkayıcıları reklamlardır −hem akıl yürütmeleri hem de dili sık sık bozuk olan reklamlar.
Günümü-haftamı en acil olan −süreli ve tarihi belirlenmiş− işleri öne alarak planlıyorum. Ama evdeki hesap pazara uymuyor çok defa.
İşler dışında yaptığım pek az sayıda şeylerden biri, farklı yollardan haber izlemek/okumaktır. Hobilerim yok.
*Sizi felsefe ile buluşturan neydi? Felsefenin size kattığı en önemli şey ne oldu? Yorulduğunu hissettiğiniz anlarda, kendinizi nasıl motive ettiniz?
Bu soru hep sorulur bana. Ben de doğal olarak hep aynı cevabı veririm. Arkadan baktığımda, beni felsefeye götüren, en başta hepimizin her gün defalarca tanıklık ettiğimiz bir olgudur: Aynı insanın, bir insanın aynı eyleminin, aynı insansal durumun, aynı eserin, aynı olayın farklı kişiler tarafından farklı değerlendirilmesidir. Buna başkaldırmamın sonucu, bu konuda bir felsefe görüşü
ortaya koymak oldu. Görmüş olduğum ve görmekte olduğum aykırılıklar/problemler beni bilgi üretmeye götürüyor.
Felsefe bana ne kattı? Tam bilmiyorum. Belki de, etik değer sorunlarını görmeyi öğrenmeme katkısı oldu. Hiç şüphe yok ki, bazı kişisel özelliklerimin oluşmasında felsefenin de payı vardır. Ama tek etken o olmasa gerek. Meslek hayatıma “dışarıdan” bakıldığında, problemlerle karşılaştım, diyebilirim. Ama problem yaratanlara kızmaktan ziyade, “yazık, ne kadar cahildirler” diye düşünüyor ve başka önemli gördüğüm bir şeyi yapmaya girişiyorum. Yapılacak o kadar çok değerli işler var ki!
*Türkiye gibi bir ülkede, felsefe çalışmak, insan haklarını yerleştirmek için çaba göstermek nasıl bir duygu? Akıntıya karşı kürek çektiğinizi hissettiğiniz oldu mu?
Bazı insanlara felsefe, ne anlama geldiği belli olmayan bir laf kalabalığı olarak görünüyor. Bu izlenimin yaratılmasında bazı filozofların da payı yok değil. Felsefe alanında niçin bilgi ortaya konuyor? Bilimler, genellikle, rahat bir yaşam sürmemizi sağlayacak ama aynı zamanda kolayca “kötüye kullanılabilecek” bilgiler ortaya koyuyor. Oysa felsefe, insan olmaya daha yakışır bir hayat sürmeye yardımcı olacak olan bilgiler ve bu bilgileri ortaya koyabilmemizin önkoşulları olan bilgiler ortaya koyuyor. Bu aynı bilgileri ise, dinleyiciye/izleyiciye göre farklı “dillerle” dile getirmek önemli.
Ama öyle insanlar olabiliyor ki –bazı filozofların kullandıkları karmaşık ifadeleri felsefe sandıkları için olacak− yalın bir dille dile getirilen felsefî bilgiler ve düşünceler için “Bunda ne var? Bunları biz de biliyoruz” diyebiliyorlar!
Ayrıca unutmamalı ki, bir bilgi doğru ise, yani o bilgi, hakkında olduğu şeye uygun ise, o bilginin nesnesine bakan ve baktığını görebilen her insan aynı şeyi görür.
Akıntıya karşı kürek çekmek, hele postmodernizmin “ne olsa olur” anlayışının egemen olduğu bir dünyada, değerli bir çabadır, hem de değerli nesnel karşılığı olan bir çaba; Nasreddin Hocanın söylediği “ ya bir tutarsa” değil. Hep söylediğim gibi bu dünyayı “cennete çevirmek” için bir çaba değildir: gitgide daha çok insanın insan olmaya daha yakışır bir hayat sürdürebilmesi içindir.
Olaylar tarihine bakarsak, ama ona düşünce tarihi bilgisiyle birlikte bakarsak, dünyamızda neyin-nasıl değiştiğini, ama neyin de değişmediğini görmek mümkündür.
*Sizce bir hayat nasıl yaşanmalı? İnsan bu soruyu kendine ne zaman sormalı? Şu sıralar hayatı anlama konusunda çokça kitap yazılıyor. Ben de sizden duymak istedim…
Bir insanın başka bir insana günlük yaşamının nasıl geçirmesi gerektiğini dikte etmesi uygun olmaz. Ancak bu yaşamın insan olmaya yakışır bir yaşam olması için –ki bunun tek yolu yoktur− temellerinin nasıl olabileceği konusunda insanlar düşündürülebilir. Onun varacağı sonuç ise, yani kendiyle ilişkisini nasıl kuracağı, ona kalıyor.
Ama insan haklarının etik eğitimini, birçok insana bu konularda baktığını görebilmesini sağlayan bu eğitimi muhakkak yaygınlaştırmak, farklı alanlar için uygun programlar geliştirmek ve bu gibi başka konularda araştırma yapma imkânını sağlayabilmek için insan hakları doktora programları geliştirmek gerekir. Halen Türkiye’de insan hakları konusunda bir tek doktora programı vardır: Hacettepe’de başlattığımız bir program. Böyle bir programı Maltepe Üniversitesinde de başlatmak için YÖK’e yaptığımız başvuru, gerekçe gösterilmeden reddedildi bir süre önce.
Sorunuza doğrudan doğruya bir cevap da vermek için diyebilirim ki, herkes kendi günlük yaşamını kendisi şekillendirmek durumundadır. Bunu ise, kimi etik değer bilgisiyle, kimi de bu bilgi olmadan ya da olduğu halde onu hesaba katmadan yapar. Kişileri hukuka uygun yaşamaları konusunda zorlamak mümkün, ama etik değer bilgisini göz önüne alarak yaşamak konusunda kişiler zorlanamaz. Ancak kendileri buna karar verebilir. Eğitimin –koçluğun değil, eğitimin− sağlayabileceği, kişilerin bu konularda kendi adlarına kafa yormalarına yardımcı olmaktır. Ama bu konuda daha söylenebilecek pekçok şey var.
*Her şeyden önce, bu çağdaki en büyük tehlikenin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Günümüz insanlığı için gördüğüm en büyük tehlike, daha önce de belirttiğim gibi, “her şeyi” eşdeğer görmenin yaygınlaşması, etik değer farklarının görülememesi; buna yapılan karşı çıkışların da etik değer bilgisiyle değil, popüler anlamda “metafizik” yollardan yapılması. Çocuklarımıza ve isteyen herkese, en azından yaşamda etik değer farklarını az ya da çok görebilmesini sağlayacak bir eğitim gerekli.
*Söyleşinin kısa versiyonu, Le Monde diplomatique Türkçe’nin Ağustos sayısında yayımlandı.