ÖZGÜR ÇELİK
CHP İstanbul İl Başkanı
Cumhuriyetin 101. yılına girerken, tarihin gölgesi altında geleceğe dönük büyük bir yükümlülükle karşı karşıyayız. Bu yüzyıllık miras, yalnızca kutlanacak bir başarı değil, gelecek için yeni bir siyasal ve toplumsal tahayyülün temelidir. Bugün geldiğimiz noktada, cumhuriyet fikrinin ve bizatihi cumhuriyetin kendisinin yalnızca tarihsel bir başarı olmadığını, aynı zamanda güncel siyasal ve toplumsal mücadelelerin de merkezinde yer aldığını görmek gerekir. Cumhuriyetin kurucu değerlerini yeniden canlandırmak, onu retorik bir unsur değil, bir siyasal pratik olarak ele almak bu yükümlülüğün temelidir.
Cumhuriyet, kurulduğu dönemde yalnızca bir siyasal rejim değil, aynı zamanda yeni bir toplumsal düzenin ve modern devlet yapısının da temel taşı olarak tasarlanmıştır. Ulus-devlet inşası, toplumsal yapının dönüşümü ve modernleşme projeleri, cumhuriyetin kendisini ideolojik bir zeminde var etmesine olanak sağlamıştır. Ancak bu ideolojik proje, zaman içinde çeşitli meydan okumalarla karşı karşıya kalmış, içerdiği değerler aşındıkça, cumhuriyetin toplumsal ve siyasal işlevi de zayıflamaya başlamıştır.
Demokratik kültürün dejenerasyonu değerlerin köksüzleşmesi tehlikesini doğurdu
Cumhuriyetin kurucu ilkeleri olan laiklik, eşit yurttaşlık ve ulusal egemenlik, erken dönemde toplumsal düzenin yeniden şekillendirilmesinde merkezi bir rol oynarken, süreç içinde askeri darbelerle kesintiye uğrayan demokrasi deneyimi sebebiyle demokratik kültürün dejenerasyonu bu değerlerin köksüzleşmesi tehlikesini doğurmuştur. Bu durum, cumhuriyetin başlangıçtaki ideallerinden sapmaya neden olmuş; bireyi özgürleştirme misyonu, devletin baskıcı yapısı altında gölgelenmiştir.
Özellikle kentleşme süreci, cumhuriyetin toplumsal dokusu üzerinde derin yarılmalara yol açmış, köyden kente göçle birlikte ortaya çıkan toplumsal gerilimler siyasal alanda da kutuplaşmaları beslemiştir. Bu gerilimler, toplumun farklı kesimleri arasında derin uçurumlar yaratmış, ortak değerler etrafında birleşme idealini zedelemiştir. Siyasal alandaki iç karışıklık ve bununla birlikte yaşanan sosyal kriz, toplumsal barışı tehdit eden unsurlara dönüşmüştür.
Bugünkü cumhuriyet, otoriter bir rejim etrafında şekillenen ve dar bir çevrenin çıkarlarını korumak üzere düzenlenmiş bir siyasal mimarinin gölgesinde, varlık sebebini yeniden sorgulamaktadır. Siyasal sistem, toplumsal adalet, eşitlik ve özgürlük gibi evrensel değerlere sırt çevirmiş; yurttaşların taleplerini bastıran, demokratik değerlerden uzaklaşan bir yapıya bürünmüştür. Bu dönüşüm, otoriterleşmeyi pekiştirmiş ve doğrudan yurttaşların hak ve özgürlüklerini sınırlandıran bir düzen ortaya çıkarmıştır.
Yoksulluk, geniş halk yığınlarının yaşadığı ve nesilden nesile aktarılan bir gerçekliğe dönüşmüştü
Ekonomik alanda Türkiye, artan derin yoksulluk ve kent yoksulluğunun yarattığı insani krizlerle karşı karşıya kalmıştır. Yoksulluk, artık sadece marjinal kesimlerin değil, geniş halk yığınlarının yaşadığı ve nesilden nesile aktarılan bir gerçekliğe dönüşmüştür. Enflasyon, işsizlik ve gelir adaletsizliği toplumsal dokuyu sarsan başlıca sorunlar haline gelmiştir. Bu ekonomik çöküş, yurttaşların siyasal sisteme olan güvenini sarsmakta, toplumsal kopuşları daha da görünür kılmaktadır.
Adaletin ise topluma güven vermesi gereken bir kavram olmaktan çıkıp aksine işleyeceği korkusunun hakim olduğu bir noktaya gelinmiştir. Yargı bağımsızlığının kaybolduğu, hukukun üstünlüğünün ortadan kalktığı bir düzende, ne devlete güven ne de yurttaşlar arasında güven tesis edilebilmektedir. Bu güven kaybı, toplumsal bağların çözülmesine neden olurken, bireylerin sevinçte ve tasada bir araya gelme yetisini de yok etmektedir.
Cumhuriyetin sosyal boyutu, toplumsal adalet ve eşitlik ideallerinin rehberliğinde yeniden yapılandırılmalıdır. Bugünkü haliyle bu idealler, derin ekonomik ve sosyal krizlerle zedelenmiş, toplumun geniş kesimlerini kapsayacak çözüm önerileri geliştirebilme yetisini kaybetmiştir. Bu parçalanma, devletin toplumsal sorumluluklarını yerine getirememesi ile derinleşmiş; özellikle emekliler, gençler, kadınlar ve çocuklar gibi kesimlerin yaşam mücadelesi, toplumun öncelikli sorunları arasında yer almıştır. Toplumsal uyumun güçlendirilmesi için bu tür düzenlemeler hayati öneme sahiptir; ancak, toplumsal barışı tehdit eden başka unsurlar da bulunmaktadır.
Terörün beslendiği kaynakları ortadan kaldıracak politikaların hayata geçirilmeli
Terör, cumhuriyetin sosyal boyutuna yönelik en büyük tehditlerden biridir. Yalnızca güvenlik değil, aynı zamanda toplumsal uyumun temelini de zedelemektedir. Terörle mücadele, güvenlik odaklı politikaların ötesine geçerek, sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri de hedef alacak kapsamlı bir stratejinin parçası olmalıdır. Toplumun en kırılgan noktalarına ulaşarak, terörün beslendiği kaynakları ortadan kaldıracak politikaların hayata geçirilmesi, cumhuriyetin sosyal boyutunu güçlendirmek adına kritik bir adımdır.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılı, evrensel sosyal demokrasi ilkeleri temelinde şekillenmelidir. Bu ilkeler sadece bir siyasal program değil, aynı zamanda toplumu bir arada tutan temel bir zemin olmalıdır. Sosyal adalet, yurttaşların siyasal ve ekonomik haklarının güvence altına alındığı, toplumun her kesiminin eşit imkanlara sahip olduğu bir düzene geçişin anahtarıdır.
Ekonomik adalet, sadece maddi refahın yeniden dağıtılması anlamına gelmez; aynı zamanda toplumsal uyumun sağlanması, topluma olan güvenin yeniden tesis edilmesi anlamına gelir. Bu bağlamda, devletin sosyal rolü yeniden tanımlanmalı; emeklilik, sosyal güvenlik ve iş güvencesi gibi haklar, toplumsal barışın tesisinde en önemli unsurlar olarak ele alınmalıdır.
Siyasal program değil tüm katmanlarını kapsayan bir uzlaşı
Toplumsal katılımı artırmak ve siyasal alanda güçlü bir temsil oluşturmak, cumhuriyetin yeniden canlandırılması için elzemdir. Bu süreçte evrensel sosyal demokrasi ilkelerini hayata geçirerek, toplumsal dokuyu onarmak ve adaletin her düzeyde hissedilir olmasını sağlamak temel hedef olmalıdır. Bu yalnızca bir siyasal program değil, aynı zamanda toplumun tüm katmanlarını kapsayan bir uzlaşının temelidir.
Cumhuriyetin 101. yılı, sadece geçmişin kazanımlarını kutlamanın değil, geleceğe dair cesur bir vizyon ortaya koymanın zamanıdır. Tarih, yalnızca zaferlerle şekillenen bir anlatı değil, toplumun ortak değerler etrafında birleştiği ve birlikte yaşamayı yeniden öğrendiği bir süreçtir. Bu tarihsel sorumluluk, toplumsal barış ve adaletin derinleştirildiği, toplumsal dayanışmanın güçlendiği bir Türkiye inşa etmektir.
Bu yeni dönem, ekonomik kalkınmanın ötesine geçerek, eşitliğin ve özgürlüğün derinlemesine yerleştiği bir toplumsal düzen kurmayı hedeflemelidir. Toplumsal barış, sadece yasal düzenlemelerle değil, toplumsal güvenin inşa edilmesiyle mümkün olacaktır. Geçmişin değerlerine sadık kalarak yeni bir toplumsal sözleşme ve dayanışma anlayışıyla şekillenecek olan cumhuriyetin ikinci yüzyılı, Türkiye’nin modern dünyada güçlü bir yer edinmesi için kaçınılmaz bir adımdır. Tüm bu ahval ve şeraitte ise bize düşen, cumhuriyete yeniden kimsesizlerin kimsesi olma misyonu kazandırmaktır.