MÜJDE TOZBEY
Avukat, Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği Başkanı
21 Ağustos’ta kaybolan ve ancak 19 gün sonra hayatta olmadığını öğrendiğimiz, 8 yaşındaki Narin Güran cinayeti her çocuk cinayeti gibi politiktir. Bunun nedeni en açık ifadeyle devletin, çocuğu korumakla yükümlü oluşudur. Bu yükümlülük, başta Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Lanzarote Sözleşmesi olmak üzere uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmıştır. Türkiye 1989 yılında kabul edilen BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni 1990 yılında imzalamış ve belgenin sağladığı çerçeveye dayanarak Türkiye’deki çocukların korunmasına yönelik yasal zemin olan Çocuk Koruma Kanunu’nu 2005 yılında onaylamıştır. Aynı şekilde 2007 yılında imzalanan Lanzarote Sözleşmesi’ni 2011 yılında imzalayarak çocukları koruma yükümlülüğünü bir kez daha deklare etmiş ve bize şunu demiştir: Her çocuğun güvenli, sağlıklı ve destekleyici bir ortamda büyüme hakkı vardır. Onların yaşam hakları, sağlığı, eğitimi ve esenliği devletin sorumluluğudur.
Bu kadar güçlü ve yasal taahhütler karşısında Narin bugün yaşamıyor ve adalet sağlanmıyorsa, değil kanun ve sözleşmelerin etkin bir biçimde uygulanması, bu güvencelerin devlet nezdinde neredeyse yok hükmünde olduğunu anlıyoruz. Bu durum elbette iktidarın kadına yönelik politik tutumundan ayrı değerlendirilemez. İstanbul Sözleşmesi’nin feshi, Medeni Yasa’ya dönük saldırılar, 6284 sayılı yasanın etkin uygulanmaması, kadına yönelik şiddeti artırırken çocukların güvenliğini azaltmıştır. Mayası dinci gericilik olan ve eşitlik ilkesini aşındıran bu uygulamaların yanı sıra cezasızlık politikalarının giderek yaygın hale geldiği bu atmosfer, failleri cesaretlendirirken başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere şiddetin hedefi haline gelen herkese hukuki güvenlikten yoksun bir hayatı dayatıyor.
Cinayet ihtimali günlerce göz ardı edildi
Bu çerçevede Narin’in kaybolması ve cinayet soruşturmasında yaşanan hukuki ihmalleri açıklayabiliriz. Öncelikle koca bir aile tarafından katledilmiş 8 yaşında bir çocuktan bahsediyoruz. Köy ve civarındaki şüpheli çocuk ve kadın ölümlerini de hesaba kattığımızda Narin’in nasıl bir şiddet ve suç ortamında yetiştiğinin okumasını rahatlıkla yapabiliyoruz. O halde ilk olarak devletin başta belirttiğimiz her bir çocuğun güvenli ortamda büyüme taahhüdünün yerine getirilmediğini söylemek mümkün.
Böyle bir ortamda büyüyen Narin, özel güvenlik politikalarının en sıkı uygulandığı illerden biri olan Diyarbakır’ın, jandarmanın gözetiminde olan, hemen herkesin akraba olduğu 50 haneden oluşan küçük bir köyde 19 gün boyunca bulun(a)madı. Olayın ilk aşamalarda bir cinayet olarak değerlendirilmemesi en kritik hatalardan biriydi. Kayıp vakalarında ilk 24 saatin hayati önemi olmasına rağmen Narin’in kaybolmasının ardından çalışmalar günlerce sadece “kayıp” vakası olarak sürdürüldü. 24 saatin ardından olaya suç şüphesiyle yaklaşıp Narin’in evi ve çevresinde cinayet bulgularına ulaşılmasını sağlayacak DNA veya başka delilleri toplaması gereken kolluk kuvvetleri, dokuz gün boyunca cinayet ihtimalini göz ardı etti. Bu da şüphelilerin delilleri yok etmelerine, kendi aralarında iletişimlerini düzenlemelerine fırsat verdi.
Narin’i kaybedenler arama çalışmalarına katıldı
Bu tür vakalarda ilk şüpheli aile ve yakınlardır. Ancak delillerin karartılması ve soruşturmanın yönlendirilmesi ihtimali göz ardı edildi ve Narin’i kaybedenler, Narin’i arama çalışmalarına bizzat katıldı. Haftalar sonra yargı, köylülerin arama çalışmalarını manipüle ettiğini duyurdu. Ayrıca köye giriş çıkışlar kapatılmışken tarikat uzantısı olduğu bilinen bir sivil toplum kuruluşu da arama çalışmalarına katılabildi.
İlk günler Narin’in Kuran kursuna gittiği ve bir daha geri dönmediği bizzat annesi tarafından ifade edildi. Kursun hocası olan imam, ancak Narin bulunduktan gözaltına alındı ve hemen ardından serbest bırakıldı. Bir hafta sonra telefon kaydı incelemelerinde pornografik içerikler olduğu anlaşıldı ve hakkında soruşturma başlatıldı. Akıbetini bilmiyoruz.
Normalde, kolluk kuvvetlerinin kaybolma ihbarından hemen sonra şüphelilerde olası fiziksel kanıtları incelemesi ve bu doğrultuda hareket etmesi gerekirken, abi Enes Güran’ın kolundaki diş ısırıkları ve vücudundaki darp izleri delil bütünlüğü zedelendikten sonra fark edildi. Adli tıp kurumu raporunun izlerin kime ait olduğunu saptayamaması abiyi şüpheli olarak sıfatlandırmak yerine izlerin Narin’e ait olmadığı anlamına geldi ve abi sorgulandıktan sonra serbest bırakıldı. Şu an kasten öldürmeye iştirak etmekten yargılanıyor. Serbest bırakıldığı dönemde hangi delilleri kararttı bilmiyoruz.
Medyanın tavrı da adaletin sağlanmasını engelledi
Şüphelilerin telefonlarının incelenmesindeki gecikmeler soruşturmanın ilerleyişini ciddi anlamda sekteye uğrattı. Olayın ilk günlerinde başta Narin’in ailesi olmak üzere, köydeki şüpheli görülen herkesin telefonlarına el konulması gerekirdi. Ancak bu yapılmadığı için, birçok iletişim kaydı ve potansiyel delil silindi. Başta tutuklu amca Salim Güran olmak üzere şüpheliler, aile üyelerinin görüşme kayıtlarını soruşturmanın kendilerine uzanma ihtimaline karşı yok ettiler. İlk başlarda bu kişilerin telefonlarına el konulmuş olsa, delillerin yok edilmesi engellenebilir ve suçun aydınlatılmasına yönelik daha somut adımlar atılabilirdi.
Aynı şekilde köyü 24 saat izleyen askeri üs kameralarının incelenmemesi ve orada yaşananların takip edilmemesi de cinayetin önemli delillerinin kaybına neden oldu. Narin’in kaybolduğu saatte askeri üssün güvenlik kameraları incelenmiş olsaydı, cinayetin işlendiği anlara dair ipuçlarına ulaşmak mümkün olabilirdi. Oysa bu kameralar zamanında incelenmedi ve şüphelilerin olay günü ne yaptıkları tespit edilemedi.
Medyanın Narin Güran cinayeti sürecindeki rolü de adaletin sağlanmasını önemli ölçüde etkiledi. Medyanın olayı çocuk odaklı habercilik ilkelerine aykırı bir şekilde ele alması Narin’in haklarını korumaktan ziyade ihlal etti. Gizlilik kararı olan tutanakların ekranlarda incelenmesi sadece haber niteliği taşıyan bilgilerin ifşası anlamına gelmiyor, aynı zamanda soruşturmanın gizliliğini ihlal ederek şüphelilere ifade tutumlarını ayarlama fırsatı tanıyordu. Bu yaklaşım, Türk Ceza Kanunu’nun 285. maddesi kapsamında devam eden bir soruşturmanın gizliliğini ihlal anlamına gelirken medya, bu ihlallerin sorumluluğunu üstlenmek yerine olayın trajik yönünü öne çıkardı. Medyanın kamuoyunu bilgilendirme işlevinden ziyade bir “şov” yaratma amacıyla hareket etmesi, adaletin sağlanmasını engelleyerek suçu sıradanlaştırdı.
En büyük endişe: Örgütlü suçun şahsileştirilmesi
Bugün tek bildiğimiz, Narin’in organize bir biçimde koca bir aile tarafından boğularak katledilmiş olduğu. Oldukça profesyonel ve örgütlü bu suça kimlerin yardımcı olduğunu bilmiyoruz. AKP’li vekil Galip Ensarioğlu aileye desteğini açıklasa da hakkında herhangi bir soruşturma başlatılmadı. Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği olarak Narin’in kaybolduğu 9. Gün Narin’in yaşadığı yere, Diyarbakır’ın Bağlar ilçesi Tavşantepe Mahallesi’ne gittik. Köy sakinleri, Diyarbakır Barosu, CHP ve DEM Parti heyetleri, yerel sivil toplum kuruluşlarıyla görüşmeler yaptık. O günden bugüne, köyün ısrarlı sessizliği, muhtar Salim Güran etrafında toplanan ailenin mal varlığı, ailenin iktidar ve iktidarın ortağı olan Hizbullah ile olan yakınlığının altını çizmeye devam ediyoruz.
En büyük endişemiz örgütlü bir suçun şahsileştirilerek olayın üstünün kapatılması. Çünkü biliyoruz ki bu cinayet, bireysel bir suçun ötesinde politik bir suçtur. Çünkü çocukların güvenliği ve yaşam hakkı, devletin politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. Çocukların yaşam hakları ve esenlikleri, politik hesaplara, kültürel tabulara ya da dini referanslara kurban edilemez. Bir yanda Lanzarote ve BM Çocuk Hakları Sözleşmeleri’ne imza atan bir devlet, diğer yanda bu yükümlülükleri kağıt üzerinde bırakan, kadın ve çocuk haklarına yönelik saldırgan bir siyaset. Bunu kabul edemeyiz.
Cinayetin üzerindeki örtü kaldırılmalı, ihmali olanlar ve failler en ağır şekilde cezalandırılmalı, olayın tüm boyutlarıyla ortaya konulması sağlanmalıdır. Narin’in hikayesi, çocuklar için adaletin ve güvenliğin ne kadar kırılgan olduğunu gösterirken, aynı zamanda daha güçlü bir mücadeleye ilham olmalıdır. Eşitlik ve özgürlük temelli adalet sağlanmadığı sürece ne Narin’in ne de diğer çocukların göz ardı edilen haklarını savunmaktan vazgeçeceğiz.