METİN V. BAYRAK
Türkiye’nin nefesini kesen, küçük bir kız çocuğun katlinde beliren trajedi yalnızca bir cinayet değil; aynı zamanda iç içe geçmiş güç ilişkilerinin, devletin ve adalet sisteminin yarattığı derin yarılmaları gözler önüne seriyor. Narin Güran’ın parçalanmış bedeni, yalnızca bir çocuğun acı dolu hikayesini değil; bu toplumun karanlık köşelerde sakladığı tahakküm ve istismarın nasıl kökleştiğini açığa çıkarıyor. Tıpkı Büşra Sanay’ın “Kardeşini Doğurmak: Türkiye’de Ensest Gerçeği” adlı kitabında anlattığı gibi, “büyük aile” kavramı ile tahakkümün ve sessizliğin duvarlarının ardında saklanan gücün, bedenler ve zihinler üzerinde kurduğu egemenliği temsil ediyor.
Ve medyanın göz kamaştıran sahte ışıkları altında, bu trajedi bir hakikati arayış hikayesinden ziyade şov unsuru haline geliyor. “Katil kim?” sorusuyla yarışan ekranlar, hakikatin üstünü örtüyor; sessizliği bozan değil, onu daha da derinleştiren bir sis bulutu yaratıyor. Çünkü ne devletin “her saniyesini biliyoruz” söylemi ne de medya kanallarının pornografik teşhirleri gerçeğe dokunuyor. Tersine, olayın failleri karanlıkta kalırken, bizler “büyük ailenin” tahakkümüne karşı toplum olmanın ne demek olduğunu, belki de en acı şekilde öğreniyoruz.
Bu yazı, imgelerin ve manipülasyonların arasında hakikatin çığlığını duyurmayı, güç ve tahakküm döngüsünde hapsolmuş toplumsal yapının ardındaki yaraları açığa çıkarmayı murad ediyor.
Narin cinayeti ve cezasızlık rejiminin derin kökleri
Narin Güran cinayeti, yalnızca bir çocuğun ölümü değil; cezasızlık rejiminin derin köklerini gözler önüne seriyor. Güç sahiplerinin “köpeksiz köyde değneksiz gezdiği” bir düzende, yargı yalnızca güçsüzler için işler; failin kim olduğuna değil, kim olduğuna karar verene bakar. Özgecan Aslan’ın tırnaklarıyla katiline direnişi, ardından cesedinin ormanda yakılması, adaletin sadece kâğıt üstünde kaldığı bir düzenin acı simgesidir: Cezasızlık rejimi, yapısal anlamda suçluların gölgede kaldığı bir iklimi rejime dönüştürüyor.
Narin’in parçalanıp dereye atılması ile Özgecan’ın vahşice katledilmesi, şiddetin doğasının birer tezahürü olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki olay, Türkiye’nin farklı kesimlerinde aynı duyguyu uyandırdı: Yas. Toplum olmak, aynı acıda birleşebilmekle mümkündür. Tıpkı Berkin Elvan’ın vurulması sonrası yükselen öfke ve yas dalgası gibi… Ama 2017 yılında Silopi’de gece uykusunda panzerle ezilen 6 ve 7 yaşındaki iki küçük kardeşin hikayesi o kadar şanslı değildi. “Yanlışlıkla” eve giren panzer, toplumun belleğinde “yanlışlık” örtüsü ile kapatıldı.
Bu örüntüleri görmek ve manipülasyonun önüne geçmek, hakikati bilgiye tercüme etmekle mümkündür. Bilgi, hakikatin açığa çıkmasını sağlar ve manipülasyonun önüne geçer. Eğer gerçekten toplum olmak istiyorsak, her olayın peşinden gidip bu boşlukları doldurarak, sessizlikle değil hakikatle yüzleşerek özgürleşebiliriz.
Bu tahakkümün gölgesinde kalan çocuklar
Narin Güran cinayeti, sadece bir çocuğun trajik ölümü değil; karanlıkta sessizce var olan, gözden uzak tutulan bir toplumsal yarayı kanatıyor. Bu cinayet, gücün merkezileştiği, tahakkümün derinleştiği bir yapının yankı odası. Bu tahakkümün gölgesinde kalanlar ise sesini duyuramayan, varoluşları dahi tanınmayan çocuklar ve yoksullar olur. Rızaları sorulmadan, hayatları belirlenir; iradeleri yok sayılır. Çünkü rıza, ancak gücün eşit dağıldığı bir ilişkide mümkündür. Ama bizim coğrafyamızda rıza; belki bir şairin düşünde, belki de uzak bir ütopyada mümkün olabilecek bir hayaldir yalnızca. Toplum, bu tür “bireysel” gibi görünen ama aslında yapısal şiddetin somut tezahürleri olan olaylarla sarsılır. Gücün ve tahakkümün yapısı çözümlenmedikçe, bu trajediler tekrar tekrar sahneye konulur; ama başroldeki kurban değişir.
Bu yüzden Narin’in hikayesi, yalnızca bir trajedinin değil, aynı zamanda tahakkümün evrensel doğasının ve Türkiye’deki iktidar ilişkilerinin acımasız bir tablosudur. Tıpkı Hrant Dink’in vurulup kaldırımda kanayan bedeni gibi tahakkümün mantığı bellidir: Bedenlerin sessizliği üzerinden hükmetmek. İktidarın yerel ve ulusal düzeyde tekelleşmesi, güç ilişkilerini o denli asimetrik kılar ki istismar yalnızca fiziki bir şiddet değil, varoluşların, hakların ve kimliklerin de gasp edilmesi anlamına gelir. Her şeyden önemlisi, bu istismar biçimlerinin “normalleştirilmesi”, olayları bireysel suçlar gibi gösterir, ardındaki yapısal kötülüğü ise gölgede bırakır. Tahakküm, kendini yeniden üretir: “İktidarın görünen ama dokunulmaz olduğu” bu gölgeli alanlarda, suçlar da “faillerin belirsizliği” içinde kaybolur. Narin’in parçalanmış bedeni, Özgecan’ın yakılmış cesedi, Berkin’in cansız gözleri, hep aynı tahakküm zincirinin halkalarıdır.
Ve bu zincir, gücün dağıtıldığı gün kırılabilir. O zamana dek, hepimize sorumluluk düşüyor: Hakikatin üstünü örtmek isteyenlerin karşısında, her bir kaybı hafızamızda diri tutmak.
Asıl sorulması gereken ‘kim yaptı’ değil, ‘neden yapıldı’
“Yanlışlıkla” eve giren bir panzer… Yanlışlıkla mı? Toplumun belleğinde “yanlışlık” bir örtüydü; örtünün altında cezasızlık, suçun kanıksanması, tahakkümün normalleşmesi vardı. Silopi’deki bu trajedi, sisli bir alanda kayboldu; tıpkı Narin’in yaşamı, her yıl binlerce işçinin önlenebilir “iş kazaları” nedeniyle yaşamlarının çalınması gibi…
Özgecan, Berkin, Narin, Silopi’deki kardeşler… Hepsi, aynı şiddet zincirinin halkaları. Bu halkalar, cezasızlıkla birbirine bağlanıyor; failin ismi değişiyor, ama tahakkümün adı değişmiyor. İktidar ve tahakkümün yapısı çözümlenmedikçe, bu döngü sürüyor. Asıl sorulması gereken, her seferinde “kim yaptı?” değil, “neden yapıldı?” sorusu. Çünkü fail sadece tetik çeken, bıçak sallayan değil; fail aynı zamanda susan, görmeyen, örtbas edendir. Cezasızlık rejimi, fail ile seyirciyi aynı kefeye koyan, onları aynı suça ortak eden bir düzendir. Bu yüzden Narin’in ve diğerlerinin yasını tutmak, sadece birer kurbanı hatırlamak değil; adalet arayışında hakikatin peşinden gitmek demektir.
Ne imgelerle ne de kelimelerle düşünürüz; düşünmek, ancak kavramlarla mümkündür. Ancak bugün Türkiye, imgelerin gölgesinde düşünmeye mahkûm bir toplum. Kavramlar, güç sahiplerinin ellerinde bükülür; içleri boşaltılır, yerlerine ikame edilen imgeler, gerçeği görmemizi engeller. Milliyetçilik artık yalnızca bir “ülkü” veya “ideoloji” değil; Devlet Bahçeli’nin öfkeli bakışlarıyla, bozkurt işaretleriyle sınırlanır. “Türk milliyetçiliği” kavramı, tek bir liderin karizmasının ardında silikleşir. Bu Erdoğan ile destekçilerinin kavramla özdeşleştirdiği “Müslümanlık” ile “halifelik” imgelerinde de görülebilir. Aslında din ya da dindarlık, ne tarikatlarda ne de AKP’de yaşandığı ya da algılandığı bir forma indirgenebilir. Bunlar yalnızca bir iktidar aracı olarak kullanılır; Hakikat ise böylelikle bir sembolün ardına gizlenir. Ama imgeler, kavramların yerini aldığında halk yalnızca bir “oyun sahnesine” bakar; anlam, orada değildir.
Bizler sessiz kaldıkça, her olay bir karanlık daha yaratır
Bugün Türkiye toplumu, yalnızca deyim yerindeyse “homo videos”a yani yalnızca izleyen, gören, düşünmeyen ve tepki vermeyen insanlar toplamına dönüşmüyor; aynı zamanda kavramın gasp edildiği, anlamın imgelerle değiştirildiği bir “maneviyat”a evriliyor. Eğer kavramları kaybedersek, elimizde kalan sadece boş imgeler olur; Hakikat bulanıklaşır. Gerçek değişim, kavramların yeniden yerlerine yerleştirildiği, imgelerin manipülatif etkisinin kırıldığı bir yerde başlar. Bu yüzden, toplum olarak düşünen, sorgulayan bir bilinçle hakikati aramak, söküp çıkarmak sorumluluğumuz.
Toplum olmak, hakikatin özgürleştiriciliğinde bir araya gelmekle mümkündür. Bu yüzden, her örtbas edilmek istenen olayda, her manipülatif söylemde, her “yanlışlıkla” denilen şiddette, hakikatin peşine düşmeliyiz. Gerçek bir toplumsal barış, ancak ve ancak hakikatin aydınlığında mümkündür. Bizler sessiz kaldıkça, her olay bir karanlık daha yaratır; her susuş, failin eline güç katar. Bu yüzden bir sorumluluğumuz var: Her şeyden önce, hakikati ortaya çıkarmak. Ancak bu şekilde toplumsal manipülasyonun önüne geçebilir, hakikati açığa çıkarabiliriz. Aristoteles’in dediği gibi, insan doğası gereği bilmek ister; bu yüzden bilgiye dayanmayan her tür söylemin karşısında durmak, “hakikat özgürleştirir” ilkesini rehber edinmek sorumluluğumuz. Bu başat sorumluluğumuz çünkü ancak hakikat ortaya çıktığında, gerçekten toplum olabiliriz. Ve ancak o zaman, toplumsal barış bir hayal değil, bir gerçeklik olur.