SADIK ÇELİK
Kılıçdaroğlu, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’yi yüzde 48’lik bir orana taşıyarak en yüksek oy oranını elde etmişti. Partiyi bir araya getirmiş, muhalefeti derleyip toplamış, CHP’ye oy veremeyecek kitleleri dahi CHP’ye çekerek bir umut ışığı yaratmıştı. Maya tutturmaya çalışıyordu. Ancak bu umut, iç çekişmelerle gölgelendi. Kılıçdaroğlu’nun temiz yaklaşımı, Türkiye’nin siyasi manzarası içinde naif kaldı. Sistematik entrikalar, çekişmeler, her zaman olduğu gibi, bencilce güç oyunlarının ayrılmaz bir parçasıydı.
CHP, Alman sosyal demokrat parti değildi. Kılıçdaroğlu, öyleymiş gibi davranmak istedi. Ancak Merkel’in bile bisikletiyle evine döndüğü bir ülkeydi orası, bu coğrafyada ise Türkiye’nin ve Doğu’nun gerçekleri hüküm sürüyordu. 200 metrekarelik mütevazı evinde Kılıçdaroğlu, bu topraklarda politikanın kişisel çıkarlar için bir araç olduğunu; ne sağın ne de solun bu kısır döngüden kaçamayacağı gerçeğini atladı. Böylece birlikte yol yürüdüğü insanlar tarafından, çevrimiçi toplantılarla, oyundan diskalifiye edildi.
Ekonominin dibe vurmaya başladığı, ülkenin karanlık bir belirsizlik içinde olduğu bir dönemde gidildi 31 Mart seçimlerine… CHP 31 Mart yerel seçimlerinden zaferle çıkmasına rağmen, o tarihten beri bu başarı hızla harcanıyor. Kılıçdaroğlu’nun çabaları, birikimi, iç çatışmalarla boğuşan, boğuşturulan bir partide ne yazık ki hovardaca tüketiliyor.
1989’daki SHP’nin zaferini hatırlayalım. Peki 1994’te ne olmuştu o zafere? DSP, CHP, SHP ve diğerleri kendi iç çekişmeleriyle meşgulken, Refah Partisi’nin adayı Erdoğan sahneye çıktı ve Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen uzun bir hikaye böylece başlamış oldu.
Tarih tekerrür ediyor gibi…
Bugün eğer CHP içindeki bölünmeler, 4 parçalı yapı bir nihayete ermez ve farklı görüşler bütünleştirici bir liderlik altında birleşmezse, 31 Mart seçim başarısı da, gelecek seçimde zafere ulaşma ihtimali de tarihe karışır.
***
Türkiye’de sağın başarısı, istikrar, biat ve sebat gibi unsurlardan güç alıyor; “büyüğe” saygı gösterme prensibiyle harmanlanmış bu durum, sağın siyasi ömrünü uzatıyor. (Demirel, 6 kere gitti, 7 kere geri geldi, hatırlayalım…) Bu yapı, doğu toplumunun derin köklerinden besleniyor: Kavga eden değil, başını eğen, “uyum sağlayan” tercih ediliyor.
Sol ise bu denklemin tam tersi bir görünüm sergiliyor; sabırsızlık ve lider değişikliklerine olan yüksek eğilim, başarılı liderlerin de önünü kesiyor. Tam maya tutacak, biri gelip kapağı açıyor… Bu denklemde sol, sosyla demokrat partilerin işi çok daha zor; CHP’nin, ana muhalefet partisi olarak, kitle partisi olarak işi çok daha zor.
Toplum da kavgalı eve kız (oy) vermiyor…
***
Esenyurt Belediye Başkanı’nın görevden alınması, daha büyük bir siyasi stratejinin parçası gibi görünüyor. Kent uzlaşısıyla, Dem Parti kontenjanından ve İmamoğlu’nun onayıyla göreve getirilen, onunla organik ilişkiler içerisinde olduğu söylenen bir belediye başkanının bir gece vakti görevinden alınması, ardından Mardin, Batman ve diğer bazı ilçelerde benzer yöntemlerle belediye başkanlarının görevden alınması ve kayyum atanması; tüm bu adımlar İmamoğlu’na uzanacak bir zincirin ilk halkaları, ona yönelik bir operasyonun ayak sesleri olarak da okunuyor. “Esenyurt’tan Saraçhane’ye tünel kazınıyor,” denilmesi o yüzden.
Bu arada Mardin’in görevden alınan “barış güvercini” Belediye Başkanı Ahmet Türk’ün bir hafta önce, Şenyaşar ve Yıldız ailelerinin arasındaki husumetin giderilmesi için bir araya gelen heyetin içerisinde barış elçisi olarak bulunmuş olması… Bir yandan AKP’nin önde gelenleriyle birlikte yapılan barış görüşmelerine katılan bir kişinin, diğer yandan terör suçlamasıyla görevden alınması…
Özetleyecek olursak; Bahçeli’nin, Apo’nun meclise gelip konuşması yönünde yaptığı ısrarlı çağrı, umut hakkını gündeme getirmesi, Erdoğan’ın, Bahçeli’nin çağrısına onay ve destek vermesi, tüm bunların ardından Esenyurt’la başlayıp Mardin’le, Şırnak’la, Halfeti’yle devam eden ve “kumpas” olarak nitelendirilen kayyım süreci, meydanlarda bunları protesto eden insanların gazlanması… Milletin aklıyla adeta alay ediyor. Nereden baksan tutarsızlık… Nereden baksan tutarsızlık…
Bu olsa olsa, toplumsal hafızayla oynamak, dikkatleri gerçek gündemden başka yöne çekmek, muhalefeti kendi içinde karıştırmak, muhalefet partilerini ise birbirine düşürmek için kullanılan bir yöntem…
Ancak nihai hedef muhalefeti parçalamak ve muhalefet partilerini birbirine düşürmek olunca bu tutarsız gibi görünen adımların bile etkili olduğu görülebiliyor.
İşte, CHP’li belediyelerin yüzde 60’a yakını, milliyetçi tabanından tepki almaktan çekindiği için katılmadı Esenyurt’taki kayyum protestolarına… Özgür Özel Mardin’e gidiyor, orada Dem Partililerle birlikte otobüsün üstüne çıkıyor. Bu tavır muhalefet seçmeninin bir kısmı için memnun edici bir tavırken milliyetçi kanattaki diğer kısmın oylarının çözülmesi için sağlam bir neden haline geliyor.
Tam bu noktada, iktidar tarafından atılan adımların etkisini, iktidarın, muhalefeti parçalamak için yürüttüğü siyaset mühendisliğinin başarısını görebiliriz…
Tabii bir de Bahçeli’nin Öcalan’a ısrarlı çağrısının altında, iktidarın, bunu bir pazarlık aracı olarak kullanmaya çalışıyor olma ihtimali yatıyor olabilir. Beki de bu yolla, DEM Parti’lilere, “Öcalan’ı dinleyin, biz de kayyımları geri çekelim,” mesejı verilmek isteniyor, bir aba altından sopa gösterme hadisesi yaşanıyor olabilir.
Burada bir parantez daha açmak gerekiyor. Tüm bu süreçler yaşanırken bir de MHP ile AKP arasındaki ittifakta çatlaklar oluştuğuna dair söylentiler var… Özellikle Bahçeli’nin “Öcalan Meclis’te konuşsun” çıkışının saray tarafından önceden bilinmediği, hatta onun bu açıklamayı saraya rağmen yaptığı yönünde iddialar var. Aynı şekilde, kayyım atamalarından Bahçeli’nin haberdar olmadığı söyleniyor. Ayrıca Bahçeli’nin Ahmet Türk’e yönelik övgü dolu ifadeleri de Cumhur İttifakı’ndaki ayrışmanın işaretlerinden biri olarak yorumlanıyor. Hatta Bahçeli’nin yakın zamanda erken seçimi destekleyebileceğine dair söylentiler bile gündeme geliyor…
Ancak tüm bu söylentiler kulağa çok da inandırıcı ve gerçekçi gelmiyor, aksine kapsamlı bir danışıklı dövüş olma ihtimali çok daha güçlü görünüyor.
***
Bu süreç, Türkiye’nin giderek artan bir şekilde otoriter bir “parti devleti”ne doğru ilerlediğinin işaretlerini veriyor. Devlet olanaklarının, devlet gücünün dibine kadar kullanılması, kamu kaynaklarının belirli kanallara akıtılması ve anayasal düzenlemeler, iktidarın amacının ne kadar geniş kapsamlı olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin siyasi ikliminin daha da sertleşeceği, daha oligarşik bir yönetim biçimine doğru evrileceği endişeleri artıyor.
Zaten siyaset üretemeyen, toplumun gerçek sorunlarına çare olamayan iktidarlar gerilim üretir. Antidemokratik uygulamalara yönelirler. Dünyanın her yerinde bu senaryo defalarca seyredilmiştir. Mevcut iktidar da, birincisi sebep olduğu ekonomik çöküntüye, ikincisi 31 mart yerel seçimlerinden CHP’nin zaferle çıkmış olduğu gerçeğine ve üçüncüsü de haritaların değiştiği, sınırların yeniden çizilmeye başladığı Orta Doğu’da, doğru pozisyon arayışına, kime şirin gözükmesi gerektiğine cevap ve çözüm bulamıyor. Etkili politikalar üretemiyor. Mevcut olumsuzlukları, tüm bu ağır koşulları örtmek için stratejik derinliği olan bazı konuları ve bolca gerilimi servis ediyor, bu şekilde gündem değiştiriyor ve gündem belirliyor. Söz konusu üç başlık, iktidarın sertleşmesine, daha radikal çözüm arayışına girmesine sebep oluyor. Hatta bu sertleşme politikalarının ilerleyen zamanlarda olağanüstü hal gibi anti demokratik adımlara evrilmesi bile olasılıklar arasındaki yerini alıyor.
Medyanın yüzde sekseninin iktidar yanlısı kanallardan oluştuğu ve bu kanalların gerçekleri örtbas ettiği, haberleri filtrelediği söyleniyor, doğrudur. Ancak geldiğimiz noktada halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar ve sosyal problemler, iktidarın medya üzerindeki manipülatif etkisinin ötesine geçmiş durumda. Açlık sınırının altında yaşamaya çalışan milyonlarca insan, iktisadi çöküntü, organize suç örgütlerinin yaygınlığı, üniversite mezunu gençlerin işsizliği gibi bir dizi sorun artık günlük hayatın bir parçası haline gelmiş ve halk bunları somut olarak deneyimliyor. Bu nedenle, iktidarın bu gerçekleri örtbas etme çabaları giderek zorlaşıyor.
İktidar, bu problemleri gördüğü için daha da sertleşebilir, daha antidemokratik ve hukuk dışı davranışlarda bulunabilir. Bu, yönetimin giderek köşeye sıkıştığının ve manipülasyon yeteneklerinin sınırlarına ulaştığının bir işareti.
***
Burada bir parantez açalım. Amerika’da seçimler yapıldı, Trump bir kez daha seçildi.
Amerika’da başkanlık seçimleri, 1792 yılından bu yana her dört yılda bir, Kasım ayının ilk Salı günü düzenlenir. Amerikan halkı, doğrudan başkanı değil, seçiciler kurulunu seçer. Bu kurul, halkın popülizme ve manipülasyona açık oylarına bir filtre olarak işlev görür. Kurucu babalar, bu sistemi, seçmen kararlarının aklı selim ile tekrar değerlendirilmesini sağlamak amacıyla tasarlamıştır. Böylece, seçiciler kurulu üyeleri, cumhuriyetçi ya da demokrat adaylardan birini seçer. İşte bu sistem, Amerika’nın yerleşik devlet geleneğinin ve devlet aklının bir yansımasıdır. Bizde ise devlet aklı son hız eritilirken devlet hafızası ve gelenekleri emin adımlarla yok ediliyor…
***
Tüm bu karanlık büyük resme karşın, Özgür Özel’in, Mardin’de “diyalog kapılarını açık tutmalıyız,” demesi ya da kayyum atamaları konusunda iktidara geri adım atmayı önermesi gibi “naif” ve “umut dolu” yaklaşımı bu bağlamda son derece haklı olarak eleştiriliyor. Karşısındaki gücün kim olduğunu, anlayışın ne olduğunu, bu anlayışın gözüne kestirdiği hedefi yakalamak üzere nasıl hırsın pençesinde hareket edip işlediğini ve ne kadar ileri gidebileceğini tam olarak kavrayamamış olması, muhalefetin stratejik zafiyetlerini gözler önüne seriyor.
Göz ola dağın ardını göre, akıl ola başa geleceği bile…
Ayrıca iktidarın bugüne kadar hayata geçirdiği ve saymakla bitiremeyeceğimiz antidemokratik uygulamalar, anayasayı askıya alması, keyfi yönetim, kamu ihalelerindeki yolsuzluklar, elde edilen rantlar, hiç edilen kamu kaynakları, hesabı verilemeyecek servetler ve suistimaller… Bugün iktidarı kaybetmeleri, parti kadrolarının, tüm bunlar için hukuk önünde hesap vermek zorunda kalacağı bir süreci başlatabilir. Bu nedenle, AKP ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmaya yönelik politikalar geliştiriyor ve icraatlarını bu yönde şekillendiriyor.
Erdoğan, sistematik bir şekilde muhalefeti zayıflatmayı, kendi siyasi geleceğini sağlamlaştırmayı ve anayasayı kendi lehine değiştirmeyi hedefliyor.
İktidarın ustalıkla yürüttüğü siyaset mühendisliği, CHP’nin Aşil tendonunu hedef alarak parti içi bütünlüğü sarsıyor. Devletin tüm imkanlarını seferber ederek seçmeni manipüle eden iktidar, bir dönem daha yönetimde kalmak ve anayasayı lehine değiştirmek için her yolu deniyor. Bu koşullar altında CHP’nin önünde iki yol var: Kılıçdaroğlu’nun işaret ettiği gibi ya tam manasıyla mücadeleye girişmek ya da iktidarın gölgesinde “kulluk etmeyi” kabullenmek.
***
Kılıçdaroğlu’nun sine-i millet çağrısını Özgür Özel yönetimi yanlış yorumluyor. Aslında Kılıçdaroğlu’nun amacı, AKP’nin meşruiyetini sorgulatmak ve Türkiye’nin içinde bulunduğu yönetim krizine dikkat çekmek. Kılıçdaroğlu, parlementonun işlevsizleştirildiği bir dönemde, CHP’nin çekilmesiyle iktidarı seçime zorlayabileceğini düşünüyor. Bu, sadece bir protesto değil, aynı zamanda halkla bütünleşme çağrısı.
CHP’nin mevcut parlementoda yapabileceği çok şey olmadığı bir gerçek. Şu anki durumda, parlamento zaten işlevsiz, sembolik bir rol oynuyor… Özgür Özel’in yönetimi ise bu radikal fikri benimsemekte zorlanıyor; konforlu siyasi alanlarını bozma pahasına halkın yanında yer alma, siyaseti gerçek anlamda toplumsallaştırma seçeneğini göze alamıyor. Enflasyon, geçim sıkıntısı, sağlık skandalları, kadın ve çocuk cinayetleri, organize suçlar, çetecilik gibi ciddi sorunlar varken, CHP’nin bu konularda net ve keskin bir pozisyon alamaması, halkla olan bağını zaten zayıflatıyor.
Kılıçdaroğlu’nun önerdiği sine-i millet adımı, toplumda sade yurttaşlar üzerinde etkili olsa da popülist bir söylem olmakla suçlanıyor, haksız da değil… Böylesine kaotik, iktidarın her geçen gün gerilim politikalarını biraz daha öne çıkardığı bir ortamda sine-i millete dönmek belki muhalefetin işini zorlaştırır, meşakkatli, çetin bir yoldur ama CHP’yi cesur ve sorumluluk sahibi bir muhalefet olarak konumlandırabilir.
Zira siyaset en çok sade yurttaşlarda karşılık bulur; siyasetin toplumsallaşması da budur zaten.
Öte yandan CHP, DEM Parti gibi politik, örgütlü bir tabana sahip değil. Sokağa rahat inemez, eyleme hızlı geçemez. O yüzden sine-i millet kararını almak tabii ki kolay değil. Zaten CHP böyle bir kararı alsa bile diğer partiler buna uyacak mı? Diğer partiler bir yana, kendi parti yönetimi kendi konfor alanlarından çıkarak bu mücadeleyi sürdürebilir mi, göze alabilir mi? Çünkü sürdürülebilir bir eylemsellik, mücadele, cesur bir liderlik gerekiyor burada. Dolayısıyla Özgür Özel ve mevcut yönetim kadrosunun sine-i millet kararı alması imkansızdır.
***
31 Mart’tan sonra Özgür Özel o koltuğu dolduramadı, onun liderlik süreci, Erdoğan’ın elini güçlendirdi ve gündemdeki kontrolü tekrar sağlamasına olanak tanıdı. Gündem baş döndürücü bir hızla değiştiriliyor ve Erdoğan oyun kurucu rolünü üstlenmeye devam ediyor. Hem ana muhalefet partisini parçalayarak, hem de muhalefet partilerini birbirine düşürerek gücünü koruma stratejisi izliyor.
Anayasa değişikliği iktidarın gündeminde üst sıralarda yer alıyor. Parlementoda kafa karışıklığı yaratarak, bağımsızları yanlarına çekerek veya milletvekili transferleriyle 360 milletvekili sayısına ulaşmak, anayasayı değiştirmek, 50+1 sisteminden (mümkünse 40+1’e) dönüş ve mümkünse parlamenter sisteme geçiş, bunu başardıktan sonra da hızla erken seçime giderek bu işi ilk turda bitirmek, ana hedefler arasında. Zaten bu arada da CHP’yi parçalama çalışmaları devam edecektir. Milliyetçi tabanı CHP’den kopararak sandığa gitmemesini, oy vermemesini sağlamak ve bu şekilde seçimden zaferle çıkma ihtimalini güçlendirmek de söz konusu hedeflerin parçası.
Bu süreçte, Kılıçdaroğlu’nun kurultayı kaybetmiş, sahadan çekilmiş ve genel başkanlık koltuğunu Özgür Özel ve ekibine bırakmış olması da Erdoğan’a daha fazla manevra alanı sağladı.
Kılıçdaroğlu’nun, iktidara biat ederek değil, onunla mücadele ederek siyasi bir alternatif sunulabileceği görüşü muhalefet içinde yeterince destek bulamaz hale geldi.
Bu siyasi manzara, Türkiye’de sağın ve solun karşı karşıya kaldığı temel meseleleri özetliyor: Sağın biat ve sebatla süregelen istikrarı, solun ise iç çekişmelerle boğuşan sabırsız yapısı…
***
Esenyurt Belediyesi’ndeki gelişmelerden sonra CHP’de biraz da olsa politika değişikliğine gidilmiş gibi görünüyor. Başlarda normalleşme ve yumuşama gibi söylemlerle ilerleyen parti, yaşananlar sonrasında daha keskin bir duruş sergileyerek erken seçim talebini ve sarayla müzakere etmeme kararını daha net dile getirir oldu. Bu dönüş, partideki kafa karışıklığını bir kenara bıraktırıp, aslında Kılıçdaroğlu’nun olan politikalara geri dönülmesini sağlıyor gibi görünüyor fakat CHP belirsiz duruşundan tam anlamıyla kurtulmalı ve daha net, keskin konumunu almalı.
Bu, Kılıçdaroğlu ile daha yakın bir işbirliği yapılması, onun doktorluğuna güvenilmesi gerektiğini gösteriyor. Kılıçdaroğlu CHP evini de, Türkiye’deki muhalefet evini de toparlayabilir.
Bugün, CHP’nin içine düştüğü bu kaotik durumu gören onurlu kurultay delegelerinin partiyi taşıyacağı bir olağanüstü kurultay Özgür Özel’e liderlikten el çektirerek partinin iç dinamiklerini yeniden canlandırabilir ve CHP’yi tekrar halkın umudu haline getirebilir. Partinin toplumla bütünleşmesi, siyasetin daha toplumsal bir hale gelmesi gerektiğini vurgulayan Kılıçdaroğlu’nun önderliğinde, CHP’nin yeniden organize olması ve güçlenmesi mümkündür.
Çünkü tabiri caizse cin şişeden çıkmıştır. Her ne kadar iktidar cephesi bunu açık açık dile getirmese de, hem iktidar hem de muhalefet partilerinde beliren emareler, gelişmekte olan politik hareketliliğe işaret ediyor ve erken seçimin ayak sesleri duyuluyor. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda, CHP içindeki tartışmalı atmosferin ve bölünmüş yapının, bir kurultay aracılığıyla çözümlenmesi gerekiyor. Zira bu parçalı yapıyla bir erken seçime gidilmesi, başarısızlık demek oalcaktır.
***
Bu topraklar hepimize yeter, doğru yönetildiği taktirde dünyanın parlayan yıldızı olması için her şeye sahip.
Türkiye’de 12 Eylül anayasasının dayattığı partiler yasası ve seçim sisteminden sıyrılmamız ve değiştirmemiz şart. Sağdan sola siyasetin tüm cephelerinde, yerleşik bir siyaset sınıfının aile boyu süregitmesine son verilmeli, sade yurttaşların siyasete girmesinin önündeki set kaldırılmalıdır. Parti içi demokrasi, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı gibi temel demokratik ilkeler geri gelmeli, yıpranan, toz duman olan adalet sistemi yerine konmalıdır. Ancak bu şekilde ve bu anlayışın yerleşmesiyle siyasetin demokratikleşmesi ve toplumsallaşması mümkün olabilir.
Kaynakları yağmalamayan bir iktidar, İskandinav ülkelerinde olduğu gibi çıkar ve menfaatlerden arınmış yöneticiler, milletvekilleri, kaynakları sömürmek için değil, ülkeye gerçekten hizmet etme aşkı ve vizyonuyla ortalığa milyonlar saçmadan, hakkıyla, liyakatıyla o koltuklara oturan gönüllü ve onurlu insanlar, güçlü bir yönetim yapısı, iktidarın aparatı olmayan bir muhalefet, sükunetle, sağduyuyla, dirlik düzenlik içinde yönetilen bir ülke… Liyakat esasına dayalı, çıkar ve menfaat odaklı olmayan bir yönetici sınıf… Milletvekilliğinin sadece bir yurttaşlık hizmeti olarak görüldüğü bir yönetim anlayışı…
Milletvekilliği koltuklarının, bireylere sağladığı maaş, emeklilik hakları ve kamu kaynaklarını kullanma/talan etme imkânları dolayısıyla cazibe merkezi olmaktan çıktığı ve bu şekilde gerçekten ülkesine hizmet etmek isteyen, bilgisi, birikimi, yeteneği ve uzmanlığı ile fark yaratan, kendi ayakları üzerinde durabilen yurtsever milletvekillerini görebileceğimiz bir ülke…
Gelişmiş, medeni ülkelerde gördüğümüz ve buram buram özlemini çektiğimiz bu değişim, Türkiye’nin de erişebileceği bir ufuktur. Bu yönetim anlayışı, ülkeyi gerçekten hizmet etme aşkı ve vizyonuyla yöneten, kaynakları yağmalamayan, siyaset tüccarlığından kurtulmuş, sükunet ve sağduyu içinde bir Türkiye vadeder.
Sonra söksün güzel günlerin şafağı.