EMRAH KOLUKISA
Eğri oturup doğru konuşalım; “Gladiator 2” ile ilgili beklentilerin aşırı derecede yükselmesinin ardında bizzat filmin yönetmeni Ridley Scott var. Öyle ki, bir noktada Scott “Bu benim çektiğim en iyi film” bile dedi. Bize dedi. Biz ki onun “Alien”, “Blade Runner” ve “Thelma and Louise” gibi her biri sinemada çığır açmış, hadi öyle demeyelim ama en azından kuşaklar boyu izleyicinin ve sinemacının zihnini açmış (ya da bulandırmış) filmlerini izlemişiz. Hakkında tezler, kitaplar yazılmış bu filmler bir yana 86 yıllık yaşamında ve 45 yılı aşkın yönetmenlik kariyerinde alınabilecek neredeyse tüm ödülleri almış, en önemlisi de seyircisinden eleştirmenine herkesin kredisini kazanmış ender sinemacılardan biri Scott. Hal böyle olunca, yani hazret kalkıp da “Çektiğim en iyi film” deyince insan merak ediyor, dahası heyecanlanıyor ve umutlanıyor. İçimde işte bu hislerle sinemaya gittiğimi anlatmaya çalışıyorum deminden beri, anladığınızı umuyorum.
Yaşı tutanlardanım; ilk “Gladiator” filmini sinemada izledim. Bence o yılın en iyi filmi değildi (“Almost Famous” mesela benim hayatımda çok daha fazla yer etmiştir, ya da Ang Lee imzalı “Crouching Tiger, Hidden Dragon”, hatta “Traffic”…) ama En İyi Film dahil toplam 5 Oscar kazandı ve 2000 yılının en çok gişe hasılatı yapan ikinci yapımı oldu (ilkini de siz bulun artık ). Daha da önemlisi belki, uzun yıllardır öldüğü varsayılan bir film türünün ne kadar özlendiğini hatırlattı. Ecnebilerin “sword and sandal” dediği (kılıç ve sandalet) Roma epiği tarihi film türünün “Ben Hur” ve “Spartacus”ten sonraki en unutulmaz örneğiydi muhtemelen “Gladiator” ve ilginç bir şekilde ciddi sorunlarına rağmen bu başarıyı elde etmişti. Russell Crowe’un senaryodan nefret etmesinden tutun da oyunculardan birinin (Oliver Reed, ne müthiş bir karakter) çekimler sırasında kalp krizine kurban gitmesi (bir gecede 8 bira, yarım şişe viski, 12 “shot” rom ve birkaç kadeh konyak içince 61 yaşındaki bünye iflas ediyor haliyle) gibi sorunlardan bahsediyorum, ve daha fazlası… Ama sonuçta yıldızlar aynı çizgide hizalanmış olsa gerek, Crowe kariyerinin en iyi performansı olmasa da En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazandı, film aday olduğu 12 dalın 5’ini alarak senenin yapımı oldu. Ridley Scott En İyi Yönetmen Oscar’ını o yıl 2 filmiyle birden aday olan Steven Soderbergh’e kaptırdı ama şüphesiz kariyerinin son büyük filmini çekti. O da bunun farkındaydı muhtemelen ki son 20 yıldır “Gladiator”ın devam filmini çekmeyi hayal ediyordu. Mesele biraz daha netleşmiştir biye düşünüyorum.
Mistik hikayeler anlatılıyor; işte Ridley Scott İzlanda’ya gitmiş ve oradaki soğuk, karanlık, kasvetli atmosferden etkilenerek Maximus’un dirildiği bir anı hayal etmiş ve çok tuhaf senaryo fikirleriyle bir devam filmi tasarlamaya başlamış gibi… Hatta bir noktada Nick Cave bir senaryo taslağı yazmış ve Maximus’un İsa’yı öldürdüğü bir hikaye kurmuş, nasıl oluyorsa artık. Cave, Tanrı ve inanç konusunda uç noktalara savrulmuş biri (yaşadıkları da buna zorladı muhtemelen onu) ama onun tasavvur ettiği devam filmi Ridley Scott’ı bile ikna etmemiş anlaşılan. O yüzden çok daha basit, çok daha bariz bir fikirden yola çıkmış; yani ilk filmde küçük bir çocuk olarak karşımıza çıkan Lucius’un hikayesini önümüze getirmiş. Ama zaten asıl sorunlar da burada başlıyor…
Bakacak olursanız iki film arasında çok ciddi farklılıklar yok. İkisinde de bir intikam hikayesi söz konusu. İlkinde karısı ve çocuğu öldürülen, rütbesi düşürülerek köleye dönüştürülen trajik bir kahraman var; ikincisinde ise sevgilisi öldürülen, ailesi tarafından ‘terk edilmiş’, Roma ordusunun esir alarak köleleştirdiği bir ‘soylu’ var. İlkinde Oliver Reed’in canlandırdığı gladyatör menajeri (bu mesleğin tarihi izdüşümü bu olsa gerek) bu kez Denzel Washington tarafından canlandırılırken, ilk filmde Maximus’un can düşmanı olarak gördüğümüz Commodus’un (Joaquin Phoenix) karşılığı olan General Acacius’u (Pedro Pascal) görüyoruz. Gerçi Acacius biraz ortada kalmış bir karakter gibi çizilmiş, yani hem Lucius’un intikam almak için öldürmek istediği ‘kötü’ karakter hem de aslında Roma’yı eski görkemli günlerine (Make Rome Great Again??) döndürmek isteyen ‘iyi’ karakter… Onun dışında Ridley Scott ve senarist David Scarpa hermen her şeyi parallel kurgulamış gibi. Ya da aslında parallel ama daha büyük. Mesela en baştaki savaş sahnesi akla ilk filmin başındaki sahneyi getiriyor ama bu sefer her şey daha gösterişli, çok daha fazla para harcanmış. İlerleyen bölümlerden birinde arenada canlandırılan bir deniz savaşı sahnesi var ki (köpekbalıkları falan bile düşünülmüş) ilk filmdeki Kartaca Savaşı canlandırmasının kopyası ama yine çok daha pahalısı. Ama heyhat, ilk filmdeki tüm savaş, dövüş, arena sahneleri bu filmdekilerden daha etkiliydi, bunu görmemek imkansız. Zaten biraz da o yüzden, ilk filmde yer alan unutulmaz cümlelerin neredeyse hepsi bu filmde çeşitli sahnelerde anılmış, ‘Strength and Honor’ (Güç ve Onur) gibi mesela, ki bu sözleri sette Russell Crowe önermiş, bu da başka bir hikâye… Ya da Maximus’un ordusunu savaşa sürmeden önce söylediği ve Crowe’un ağzından çıktığında tüyleri diken diken eden o cümle: “What we do in life, echoes in eternity” (Bu hayatta yaptıklarımızı sonsuzlukta yankılanır). Hatta o kadar ki, bir sahnede Russell Crowe’u bile görüyoruz (eski filmden bir sahne elbette), izleyiciyi tavlamak için her yol mübah diye düşünmüş anlaşılan Ridley Scott. Ama tüm bunlar aynı tarifle yemek yapan fakat tuzunu az koyduğu için bir türlü aynı lezzeti yakalayamayan bir aşçının yaşattığı hüsranı yaşatmaktan başka bir şeye yaramıyor doğrusu; kötü değil belki ama bir daha yemek istemezsiniz. Bu arada ‘tuz’ neydi derseniz, bence Russell Crowe, ama bu ikinci filmi o bile kurtaramazdı korkarım; bu sefer senaryo iyice zayıf zira.
“Gladiator 2”nin merkezinde sözüm ona toplumsal bir mesele yatıyor. Roma, iktidar hırısı gözünü bürtümüş imparatorlar (bu filmde ikiz kardeşler yönetiyor Roma’yı, hayır, Romus ve Romulus değil, Geta ve Caracalla; anladığım kadarıyla Beavis ve Butt-Head’den esinlenilmiş, ama tarihte de var olmuş iki tarihi karakter) yüzünden ciddi bir yozlaşmıanın hüküm sürdüğü, fena halde yoksullaşmış ve ezilmiş bir halkın yaşadığı, çürümeye yüz tutmuş bir imparatorluk haline gelmiştir ve Marcus Aurelius’un hayalini kurduğu büyük ve demokratik Roma’yı diriltmek de önce Acacsius’un, sonrasında da Lucius’un en büyük emelidir. Acacius aslında darbe hazırlığındadır ama sarayın casusları durumu fark edip yukarıya haber uçurunca her şey alt üst olur ve Acacius ile karısı Lucilla (evet, ilk filmdeki rolünü koruyan ender isimlerden Connie Nielsen geri dönüyor) tutuklanır. Hikaye bu şekilde akıp gidiyor, çok akmıyor olsa da…
Bu yukarıdaki özet aslında bugün dünyanın birçok ülkesinde yaşanan durumla bir paralellik gösteriyor elbette, bizim memleketimiz dahil. Otokratik bir yönetim altında yozlaşma, yolsuzluk, yoksulluk ve demokrasiden uzaklaşma gibi meseleler çok gerçek ve canlı, günümüzde özellikle. Ama Lucius’un demokrasiyi geri getirme çabaları maalesef biraz fazla kitabi kalıyor; yani bunu zorlayan bir halk hareketi görmüyoruz filmde, “Spartacus”teki gibi bir köle ayaklanması bile yok. Evet, filmin sonunda iki ordunun karşı karşıya geldiği bir tür iç savaş tehdidi var, hatta halk da ayaklanır gibi oluyor ama hiç inandırıcı değil bu kısımlar ve o demokrasiye dönüş hayali de havada kalmış açıkçası. Tatmin edici olmaktan uzak, Lucius’un intikam arayışı bile yeterince güçlü işlenmiyor, ilk filmdeki Maximus’un intikam arayışının çok altında kalmış hatta. Yavan, zayıf, etkisiz bir finali var bu anlamda; duygudan bile yoksun desek yeridir.
Son sözümüz ne olmalı filme dair? Bu filme gitmeli misiniz örneğin? Paul Mescal ve Pedro Pascal için değer mi? Denzel Washington’ı izlemek için ya da? Açıkçası bu saydığım oyuncuların hepsi de son derece kıymetli ve derinlikli oyuncular, ama “Gladiator 2”, onların buradaki performansları için izlemeye değer mi, çok emin değilim. Ridley Scott’ın iyi niyetli bir çabası olduğu kesin ve anlaşılan kitlelerin filmi izlemesini çok arzu ediyor, (hatta Paramount inanılmaz bir reklam kampanyası yapıyor film için, aynı anda 4000 TV kanalında birden teaser yayınlamak gibi) ama tüm bunlar ortalama bir filmle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor, ne yazık ki.
FİLMİN NOTU: 6/10